Molla Kasım yeni teknolojilere bayılır. Bulut teknolojisine düşkünlüğünü daha önce fark etmiştim. Beni sık sık sîgaya çekmek için kullanır bulut bilişim yöntemlerini. Kâh bulutlar arasından çıkagelir sohbete koyuluruz, kâh en modern yöntemleri kullanarak aşikâr eder kendini, diyeceğini der, beni düşüncelere salar ve gider. Her gelişi beni tedirgin etse de dört gözle beklerim onu.
Herkesin bir Molla Kasım’ı var mı, bilmiyorum. Ben Molla’nın varlığından memnunum. “Hesaba çekilmeden, kendinizi hesaba çekiniz” buyuruyor Allah’ın Elçisi. İşte Molla Kasım’ın sîgaya çekmesi, Peygamber buyruğundaki hesaba çekmenin ara safhasıdır benim için. Sadece sîgaya çekmekle kalmaz beni, zaman zaman takdir ettiği de olur. Kadirşinastır.
‘Şehir ve medeniyet’ başlıklı bir önceki yazıda ‘gecekondu sorununda toplumun her kesiminin sorumluluğu var’ diye yazmıştım ya, önce takdir hislerini kelimelere döktü. Mahcup oldum, başımı eğdim. Biliyordum, aklında başka şeyler vardı. Nezaketi her zaman galip gelirdi. Sözünü sakındığından değildi bu nezaket.
Sırada aynı yazıya ilişkin bir hatırlatması varmış. Vahşi yapılaşma ile ilgili, “rant kaygısı her türlü insani kaygıdan daha baskın çıkıyor” diye yazmıştım. “Burada bir eksik var” dedi bana. “Önce rant kaygısı güdenlere bir açıklama getirmen gerekir” diye devam etti. “Rant kaygısı hem kişilerde hem kurumlarda zirvede” diye açıklamaya çalıştı. Tereddütle bakınca “mesela belediyeler…” dedi. “Yolsuzluk Algı Endeksi” sıralamasındaki yerimizin gittikçe kötüye gitmesi ile vahşi yapılaşma arasında bir doğru orantı olduğunu ima ediyordu bana. Hatta belli etmeden ihale işleri adil değil diye fısıldıyordu kulağıma. Sonra da “bunun üstüne estetik kaygılarımızın olmayışını ekle” diye sürdürdü sözlerini.
İlginç bir şey daha söyledi. “Yol yapmadan devasa binalar yapmak hangi aklın eseri?” Ben de içimden “zaten yolları da park yeri olarak kullanıyoruz” diye geçirdim. Estetik kaygıları ikiye ayırarak konuşuyordu. “Bina estetiği” ile “şehir estetiği” arasındaki münasebeti kavrayacak bir anlayışa ne kadar muhtacız demek istiyordu. Biraz durakladı. Tefekkür halindeydi. Sonra bana üç terkip fısıldadı: Akl-ı selim, zevk-i selim, kalb-i selim. “Birincisi yoksa şehirler insan merkezli olmaz” dedi. İkincisini bekliyordum merakla. “Zevk-i selim sahibi olmadan şehir estetiği diye bir şeyden bahsedilemez” diye giderdi merakımı. “Kalb-i selim sahibi insan için Hak rızasının dışında bir beklenti düşünülemez” dedi ve sustu. Bir şeye dikkat ettim. Molla, nezaketinden rüşvet kelimesini hiç zikretmedi.
Referandumu sordum? Bana “sen derviş olamazsın” der gibi baktı. Daha önce bulutlar arasından gönderdiği bir nameden ahali arasına sokulan tefrikadan müşteki olduğunu biliyordum. Bu sefer kutuplaşma diye açtım sözü. İki örnek verdi bana: “Kendisi gibi düşünmeyenlere şeytan ve hain diyenler var, bu her şeyden önce özgürlük mefhumu ile bağdaşmaz. Şeytanlaştırma engizisyon mahkemelerinin işiydi. Biz Yunus gibi düşünmeliyiz. ‘Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü’. Bizim gibi düşünmeyenlere anlatacak bir şeylerimiz olmalı. Onlarla konuşacak vasatı kaybetmemeliyiz. Yarın yine onlarla beraber yaşayacağız.”
Diğer örnek ne acaba diye meraklanıyordum. Hüznü artmıştı. “Kendi gibi düşünmeyenleri denize dökmekten bahsedenlere acısam mı, kızsam mı? Allah ıslah etsin” dedi ve uzun süre sustu.
‘Referandum nasıl sonuçlanır sizce, sorsam mı acep’ diye düşünürken o eskilerden bildiğim öfkeli tavrı gördüm gözlerinde. Öfkesi açık değildi. Referanduma mevzu hükümlerin toplu halde reye tabii tutulmasından hoşlanmamıştı. Bana şunu söyledi: “Kur’an’da Allah kimi zaman fert fert her birimize, kimi zaman topluluklara hitap eder. ‘Aklını kullanan bir toplum’ veya ‘düşünen bir topluluk’ gibi ibareler fertlerden ziyade topluluklar için kullanılır. Bunlar toplumun işleri için ortak aklın kullanılmasına çağrı mahiyetindedir. Bu emrin müesseselerini oluşturma işi her toplumun kendisine bırakılmıştır. Kararlar fertlerin inisiyatifiyle değil bu müesseselerin inisiyatifiyle alınır. Ama bu işler murakabesiz olmaz.” Anlattıklarını kavramaya çalışıyordum. “Yani, Efendim…” diyecek oldum. “Arife tarif gerekmez” dercesine bakmakla yetindi.
Referandum sonucuna dair merakımı, Hazretin gözlerinin derinliklerinde ‘evet’ çıkacağına dair bir işaret görür gibi olduğum için fazla ileri götürmedim.
Molla Kasım’ın benimle sohbeti hep yukardaki gibi yumuşak bir havada cereyan etmedi. 15 Temmuz söz konusu olunca önce beni şehitler için Fatiha okumaya davet etti. Her kelimesini tam duyamadığım bir duadan sonra yanlışlıklara yeteri kadar dokunmadığım için beni sîgaya çekti. Hangi yanlışlar der gibi baktığımı görünce “hukuka güven sarsılıyor” dedi. Sonra da “HSYK’nın kararını nasıl karşıladın, söyle bakalım hâkimler nasıl bir hâlet-i rûhiye içindeler?” diye beni sıkıştırdı. Neyi ve hangi hadiseyi kastediyordu acaba? Çünkü bu konuda o kadar çok şey anlatılıyordu ki, tereddüt ettim. Bu halimi görünce “düşün, bulursun” dedi.
Molla Kasım “Bismillah” diyerek kalktı. Bana “hizmetin daim ola…” dedi. Tam ben de ona mukabele edecektim ki aklımdaki kelime dilimden çıkmakta zorlandı. Tereddütlü halimi görünce “15 Temmuz’un hain failleri, pek çok şey gibi güzel Türkçemizdeki ‘hizmet’ ve ‘himmet’ kelimelerini de iğdiş edip asli manalarından saptırdılar. Senin bir vazifen de bu ve buna benzer kelimeleri asli manalarına iade etmektir. Onun için korkma, aklına geleni söyle bakayım” dedi. Artık ben de “himmetiniz daim ola…” diye mırıldandım. Bana “bu bir dergâh geleneğidir” diyerek veda etti.
Son sözlerinden birisi “Kerkük meselesini ciddiye al…” şeklinde miydi, yoksa ben hayal mi görüyordum, bilemedim.
Molla Kasım bulutlar arasında kaybolurken, ben, “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım/ Lütfuna ermek için, söyle perişan olayım” diyen şarkıyı sessizce mırıldanıyordum.
[…] benzer sıkıntılara yol açabileceğine de referandum sıralarında yazdığım yazılarda işaret etmiştim. Yine o dönemlerde bugün eksikliğini daha çok hissettiğimiz […]