Van depremini, seçimleri izlemek için bulunduğum Tunus’ta öğrendim. Çaresizlik uzaklarda bir başka etkiliyor insanı. Birkaç Tunuslu’nun samimi baş sağlığı dileklerini kabul ederken, Allah’tan hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarına sabır temennisi dışında yapabilecek bir şeyinizin olmaması elem veriyor…
Tunus, Arap baharı dediğimiz hareketin tetiklendiği yer. Bütün otoriter rejimlerin sonunu getirmesi muhtemel bu hareket, hem Kuzey Afrika’yı hem Arap dünyasını derinden etkiliyor. Global dünya dediğimiz böyle bir şey. Artık insanlar dünyada ne olup bittiğini kolayca izleyebiliyor, kendi durumunu, ülkesinin durumunu mukayese imkânına sahip olabiliyor. Bu da değişimi alevlendiriyor. Öyle bir değişim ki, ayak uyduramayanları hemen makul çizginin dışına itiyor, etkinliğini yok ediyor ve sözünü dinlenmez hale getiriyor. Etrafımıza kısa bir göz atmak, bir sürü örneğin önümüze serilmesi için yeterli. Değişimi algılamakta güçlük çeken ister bir parti olsun, ister bir ticari işletme olsun, ister bir toplum olsun, ister bir şehir olsun, ister bir üniversite olsun, isterse bir kişi… Hiç fark etmiyor, ya eriyişle karşı karşıya kalıyor, ya da yeniden doğuyor. Tunuslular da bunun farkında. Seçim yarışında birinci gelen partinin adı En-Nahda. ‘Rönesans’ ya da ‘Yeniden Doğuş’ anlamında. ‘Diriliş’ diye de anlamlandırabiliriz.
Akademik dünyada bu hareketler derinlemesine tartışılıyor. Ortadoğu ve Afrika uzmanlarını dört soru bunaltmış durumda.
Bunlardan birincisi, ‘konunun uzmanları, acaba niçin bu gelişmeleri önceden kestiremedi’ şeklinde. Bu tartışmalar sırasında Berlin Duvarı’nın yıkılmasını önceden söyleyen oldu-olmadı uyuşmazlığı da gündeme geliyor ama ‘iki Almanya’nın birleşebileceğini öngören yoktu’ diyenler neredeyse ittifak halinde. Berlin Duvarı’nı yıkmak için batı dünyası, güya demokrasi ve Sovyetleri alt etme adına olanca gücüyle abanırken, Arap dünyasındaki otoriter rejimlere bu sefer enerji kaynakları kaygısıyla yine olanca gücüyle destek verdi. Elbette başka faktörlerden de söz edilebilir ama neticede Arap dünyasını etkileyen bahar rüzgârı yirmi sene gecikmeyle esebildi.
İkinci soru şu:Arap dünyası ve orta doğu uzmanları şimdiye kadarki öngörülerini ne yapsınlar, çöpe mi atsınlar? Çünkü bu dünyadaki çok durgun politik hayatla ilgili öngörüler şu iki faraziyeye dayanıyordu. Bir: Arap dünyasındaki politik durgunluğu İslam’a referans vererek açıklamaya çalışanlar, İslam-demokrasi uyumunu sorguluyorlardı. Onlara göre İslam’da din siyaset ayrımı olamazdı ve ikisini bir arada ele almak gerekiyordu. İki: Bu durgunluk bizzat Arap kültürünün kendisinden neşet ediyordu ve demokratik prensiplerin önündeki en büyük engeldi. Bunda Araplardaki ataerkil yapı, kabile kaygısı, kuvvetli akrabalık duygularının da rolü inkâr edilemezdi. Soru önemli çünkü Kahire’de Tahrir Meydanı’nda toplananlar ne İslam’da böyle şey yok diye düşündüler, ne de mensup oldukları Arap kültürü onları bir araya gelmekten alıkoydu.
Üçüncü soru: Bölgede demokrasiye giden yolda hangi yöntemlere destek vermeliyiz? Uluslar arası arenada çok makul bir siyasetçinin kendi ülkesinde tam bir despot olmasının en iyi örneği Hüsnü Mübarek. Zaten çok verimsiz kullanılan kaynakları ve ekonomik sistemin bir de nispeten genç ve eğitilmiş nüfusu ekonomik hayattan uzak tuttuğunu göz önüne almak gerekiyor. Dolayısıyla Arap dünyasındaki baş kaldırı, hem ekonomik hem de siyasi dışlanmışlığın bir sonucu.
Son soru, oluşan yeni Orta Doğu’ya dair. Evet, yeni bir Orta Doğu mu oluşuyor? Aktörleri şimdi kim, ilerde kimler olacak? Eski ile yeni arasındaki farkı nasıl belirleyeceğiz? Bu noktada Türkiye’nin bölgenin kaderi üzerindeki önemli rolünü kimse görmezden gelemiyor. Turgut Özal’la başlayan, aradaki durgun dönemden sonra Ak Parti ile devam eden dünyaya açık yönetim anlayışı Türkiye’yi hem demokrasi alanında hem de ekonomik alanda bölgenin çok önemli bir aktörü haline getirdi. Avrupa Birliği’ne siyasi engellemeler olmasa girmeye hazır bir Türkiye, Arap dünyasına özellikle demokrasi konusunda ilham veren bir konumda. Elbette toplumdan topluma farklılıklar var ve örnekleri bire bir uygulama imkânı yok. Unutulmaması gereken önemli nokta, her şeye rağmen Arap dünyasında Türkiye’ye bakışın geldiği nokta. Tunus’un kapalı çarşısında bir boydan bir boya yürürken Türkiye sevgisini görmek, Başbakan Erdoğan’ın cazibesini hissetmek elbette insana gurur veriyor. Bilim adamları Türkiye’deki bu değişimi vurgularken sivil toplumun güçlenmiş olmasını ısrarla zikrediyorlar. Sivil toplum aktörleri içinde de Anadolu kaplanları dediğimiz yeni iş adamları sınıfının ekonomik ağırlığı büyük şehirlerden Anadolu’ya kaydırmış olmasına dikkat çekiyorlar.
Bölgenin dört önemli aktöründen İran’ın değişimden memnun olduğu taraflar da var kaygı duyduğu taraflar da. Amerikan nüfuzundan çıkmış bir Mısır İran’ı memnun ederken, Suriye’deki rejim değişikliği kaygıya sevk ediyor. İsrail Arap baharından en fazla kaygı duyan ülke. Eskiden, diyelim sadece Hüsnü Mübarek’i ikna etmesi yetiyordu, artık öyle olmayacak. Suudi Arabistan için endişe sebebi çok. Ya oraya da sıçrarsa bahar sevgisi? Türkiye bölgede samimi olarak demokratik hareketlerin gelişmesini teşvik ediyor ve bunu her ülke için yapıyor. Pragmatist bir yaklaşımdan uzak duruyor. Yer darlığı sebebiyle bölgeyi biraz daha derinlemesine tahlili bir başka yazıya ertelemek zorundayız.
Bu satırları yazarken Tunus seçimlerinin sonuçları tam olarak açıklanmamıştı. Seçimi izlerken, sadece Nahda hareketinin hemen her sandıkta gözlemcisinin bulunduğunu not etmiştim. Bu gözlemciler sandık kuruluna neyi nasıl yapacaklarını söyleyecek kadar da eğitilmişlerdi. Tunuslular güzel bir seçim yaptılar, sandık başlarında iki saatten fazla sabırla bekleyenlerin sayısı çok fazlaydı. Kısacası Tunus demokrasiye hazır. Nahda’nın seçimlerden birinci parti çıkacağı ilk sonuçlardan da belli. Yüzde 40-45 arasında bir oy oranına sahip. Nisbi temsille 217 kişilik mecliste kaç sandalyeye sahip olacağını şimdilik bilemiyoruz. Geçici hükümeti kurup Anayasayı hazırlayacak bu meclisin önemi çok. Çünkü diğer Arap ülkelerine de örnek olacak.
http://www.stargazete.com/egebolgesi/arap-bahari-ve-tunus-haber-393587.htm