3 Kasım 2002 seçimlerini takiben kurulan AK Parti hükümetleri, AB ile çok yakın temaslar sağladı. Bu temaslar hem bakanlar düzeyinde hem de bürokratlar düzeyinde yoğun bir şekilde gelişti. Hedef AB ile müzakere tarihini bir an önce alabilmekti.
AB ile ilgilenen Avrupalı politikacıların o zamanlar bizim politikacılarımıza söyledikleri bazı hususları bugünlerde hatırlamamak mümkün değil. Müzakere tarihini birkaç şarta bağlı görüyorlardı. Demokrasi, insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri etrafındaki gelişmelerle birlikte düşünülen konulardı bunlar. Bu şartlardan biri Kıbrıs konusunda bir adım atılmasıydı. Türkiye Kıbrıs’taki referandumda ‘evet’ oyu kullanılmasını temin ederek, beklentilere önemli bir cevap vermiş ve uzun bir süre bu konunun istismarını önlemişti. Diğeri ise Türkiye’de siyasete, siyaset dışı kurumların müdahalesini önlemek için tedbirler alınmasıydı. Bununla ilgili adımların bir kısmı o zamanlar atılmıştı. Mesela MGK’nın terkibi değiştirilmiş ve sivil üye sayısının daha fazla olması sağlanmıştı. Ancak askerler arasında darbe heveslilerinin bulunduğunu sonraki olaylardan biliyoruz. Aldıkları eğitim belki askerleri böyle bir yanlışın içine itiyordu. Son zamanlarda askeri okullardaki müfredatın gözden geçirilmesi çağrıları bu sebeple hiç de haksız değil. Askerlerin bu yanlıştan kurtulmak için dünyadaki değişimi görmesi gerekiyordu. Bununla birlikte halkın verdiği yetkiyi iyi kullanan bir iktidarı da unutmamak lazım. AK Parti iktidarları halkın verdiği yetkiye sahip çıktı ve halkın hukukunu korumak için elindeki her imkanı kullandı. Bunun en iyi örneğini de 27 Nisan bildirisine verdiği cevapla gösterdi.
Unutulmaması gereken bir husus daha var. Darbe teşebbüslerinin ortaya çıkarılması ve bununla ilgili belge ve delillerin temini. Burada dosyaların delil yetersizliği bahanesiyle hasıraltı edilmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekir. Bunun temini, savcıların talep ettiği belge ve delillerin toplanmasında emniyet görevlilerini cesaretlendirmek ve iyi yönetmekten geçer. Eğer bu işin arkasında hükümetin sağlam duruşu olmasaydı ne balyoz ne de internet andıcı gibi teşebbüsler ortaya çıkarılabilir ve delillendirilebilirdi.
AK Parti bütün bu süreç içinde hem iktidar oldu, hem de statükoya muhalefet etmek durumunda kaldı. Yani bir nevi muhalefet görevi yaptı. Muhalefet ise 27 Nisan bildirisinde olduğu gibi demokrasiden değil bildiriden yana tavrını Genel Başkan yardımcılarıyla dile getirdi. Bu süreçte medyanın negatif rolünü de unutmamak lazım. Olanca gücüyle statükonun yanında yer alan bir medya. Öyle ki bu medyanın içinden kuvvet komutanlarına “niye yönetime el koymuyorsunuz, neyi bekliyorsunuz?” diyenler bile çıktı. Bir zamanlar AK Parti’nin demokratikleşme paketlerini var güçleriyle eleştirenlerin bugün ne kadar kulvar değiştirdikleri sanırım gözlerden kaçmıyor. Öyle ya “iklim değişti”. Eğer bugün normalleşmeden bahsediyorsak değişimin gücünü de kabul ediyoruz demektir. Bu güç, ana muhalefet partisini hem genel başkan değişikliğine mecbur etti, hem de “35’inci maddeyi birlikte değiştirelim” söylemine kadar getirdi. Değişim ihtiyacını algılamakta AK Parti ile diğerleri arasındaki fark apaçık ortada.
Demokratikleşme yolunda önemli adımlar atan Türkiye’nin şiddet olgusundan da kurtulması gerekiyor. Öyle ki bu şiddet demokratikleşme yolunda atılan adımları adeta gözlerden saklıyor. PKK şiddeti tırmandırıyor, zira her demokratik adım PKK’nın elinden bir kozu alıyor. PKK bundan sonraki muhatabının asker değil, Ak Parti olmasından duyduğu kaygıyı Silvan ve Hakkari olaylarıyla ortaya koymuş bulunuyor. Askeri Şura kararları artık hükümetin emrinde bir ordu anlayışının her kesimde yerleştiğini gösteriyor. Türkiye ileri demokrasi yolunda adımlar atmaya devam edecek. Başbakan Erdoğan bu konudaki iradesini Silvan olayından sonraki beyanıyla ortaya koydu: “Kimse bizi kardeşlik ve demokrasi yolundan alıkoyamaz”. Daha demokratik bir Türkiye’nin İzmir’in EXPO 2020 çalışmaları için de bir kolaylık sağlayacağı muhakkaktır.
http://www.stargazete.com/egebolgesi/demokratiklesmenin-neresindeyiz-haber-374356.htm