Değişim dalgası dünyayı ve Türkiye’yi etkilemeye devam ediyor. Kendine ve kurumuna bu değişime göre yeniden çeki düzen verenler ve ezberlerini gözden geçirenler var bir tarafta. Bir başka tarafta ise bu değişimi görenler, ama kabul etmekte sıkıntı çekenler ve şaşkınlık içinde bocalayanlar var. Bu tipler bana Dostoyevski’yi hatırlatır hep. Ne güzel tiplemeleri vardır bu derin Rus yazarın… Uzun zamandır okumazdım. Star’ın ek olarak verdiği Büyük Doğu’ların birinde Dostoyevski’nin “Ebedi Koca” adlı romanına ilişkin bir yazı okudum. Düşündüm, bu romanın tiplerini ve olayı hatırlayamadım. Okumamıştım galiba. Buldum, okuyorum.
Değişimi gören ama kabul etmekte sıkıntı çekenlerden biri de Osman Ulagay. Yeni yayınlanan bir kitabı var elimde:“Türkiye Kime Kalacak – Başbakanın yazdırdığı kitap” Başbakan, güya bu kitabı yazmaya mecbur etmiş. Bu başlıkta ticari bir kaygı gördüm ben.
22 Nisan’da Sabah Gazetesinde M. Şükrü Hanioğlu “Türkiye mutlaka birisine mi kalmalı?” başlıklı güzel bir yazıyla tartışmaya renk kattı ve öz olarak ‘bu soru yanlış’ dedi. Ben henüz kitabı bitiremedim, ama şu çok açık: Osman Ulagay’ın içine sindiremediği bazı şeyler var. On yılda Türkiye’nin aldığı yolu inkâr etmiyor Ulagay. “Ama” diyor, “bu gelişmeleri niye biz elitler gerçekleştiremedik?”
Kitabın 57’nci sayfasındaki şu cümle, beni bu kitabı bitirmeden, biraz da aktüalitesi geçer endişesiyle, erken de olsa birkaç değerlendirme yapmaya mecbur etti. Şöyle diyor Bay Ulagay: “Onu (Başbakanı) dinlerken çoğu kez azarlanıyormuş hissine kapılıyorum”. Bu his TUSİAD başkanını da sarmış durumda. Bu noktada geçmişi, geçmişte olanları, yakın tarihi unutanların acıklı hali çıkıyor ortaya.
Yıllarca bu ülkede insanımızın her türlü kutsalı aşağılanmadı mı? Biz bu aşağılanmaları dudaklarımızı kanatarak yıllarca dinlemek zorunda bırakılmadık mı? Acaba Osman Ulagay Başbakandan azar işitiyormuş hissine kapılırken yıllar boyu o Başbakanın ve arkadaşlarının kendisi gibilerce aşağılandığını hiç düşündü mü? Türkiye’yi ileri demokrasi standartlarına kavuşturmak için bunca gayret gösterirken, AB standartları adına yargıda reform görüşmeleri için çırpınırken, Başbakanı despotizmle itham etmek insafla bağdaşır mı? Şeyh Gâlib’in diliyle söyleyelim: “İnsâfın o yerde nâmı yok mu?”
Pek çok alandaki objektif kriterler zaten hayatın rahatlamasını sağlamaya matuf ve otoriter rejimlerde olmayan bir şey. Başta AB ve Avrupa Konseyi olmak üzere, pek çok uluslararası kuruluşun ortaya koyduğu standart ve değerleri ülkemize uygulamak için çırpınan bir iktidarı, baskıcı ve dayatmacı olmakla itham etmek akıl kârı mıdır? İktidar, bizzat kendisi, kendi alanını sınırlayacak adımlar atıyor. Onun için diyorum ki bu tipleri Dostoyevski’de arayabilirsiniz.
2004 yılında oğlumun mezuniyet töreni için gitmiştim ODTÜ’ye. Rektörün, içi bomboş ve darbeci bir anlayışı yansıtan, kendinden olmayan herkesi aşağılayan konuşması beni o kadar üzmüştü ki….
Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin 28 Şubat döneminde yaptığı ve aşağılanmaya itiraz ettiği, post modern darbe gerekçesi yapılan konuşmasını hatırlar mısınız? O konuşma, bir törendeki nutukların hemen akabinde bir grup arkadaşına hitabıydı. Törende konuşanlar bu ülkenin ne kadar kutsalı varsa aşağılamış, 28 Şubat atmosferinden aldıkları havayla olmadık hakaretler yağdırmış ve Başkan da görevi icabı o törende bunları dinlemeye mecbur kalmıştı.
Tiyatrolar üzerine kopan kıyamet de aynı anlayışın eseri. İzmir Adnan Saygun konser salonunu Türk müziğine kapalı tutanlar, bir zamanların yasakçı zihniyetini bugüne taşıyan ve değişimi kavrayamayanların nesi olur dersiniz?
Bu tipler İzmir’de de çok. “İzmir’i teslim etmeyeceğiz” gibi söylemler işte bu anlayışların sonucu. Oysa ‘İzmir’i teslim etmeyeceğiz’ de yanlış bir söylem, ‘İzmir’i teslim alacağız’ da…