Erdal İnönü’ye atfedilen bir söz var. Şöyle dermiş hazret:“Gazetelerin güya benim söylediklerimden yola çıkarak attıkları başlık ve manşetlere bakınca hayretler içinde kalıyorum, benim kastım olmayan ifadeler gırla gidiyor. Üzülüyorum. Öte yandan başkalarının manşetlere yansıyan ifadelerine de inanmaktan geri kalmıyorum. Sonra da kendime kızıyorum.”
Biraz böyle bir durumla karşı karşıya kaldım. Star’da yayınlanmayan “Her sözü dinlemek, en güzeli bulmak” başlıklı yazımla, ondan sonra Haber35’de çıkan “Zor günler…” başlıklı yazımdan yola çıkanlar “Tekelioğlu tepkisi”, “Tekelioğlu isyanı” ve benzeri başlıklar attılar. Daha çok ikinci yazıdan alıntılar yaptılar. Kime isyan ettiysem zahir… Benim kimseye isyan ettiğim yok. Hele Ak Parti’ye isyan aklımdan bile geçmez. O yazılarda geçen “susturarak bir yere varılmaz” ifadeleri Ak Parti’yi değil Ak Parti’ye iyilik ettiklerini sanan tetikçileri muhatap alıyordu. Birlik ve beraberliğin sözde kalmaması için gerekli şartlara vurgu yapıyordu. Star Gazetesinin yazımı yayınlamaması için de “sebebini bilmiyorum” dediğim gibi 4.5 yıl yazma imkânı verdikleri için Gazetenin eski ve yeni yöneticilerine teşekkür etmiştim. Bir gazeteciye söylediklerim ise şundan ibarettir: “Bir aydır gazete yönetimi bana ‘genel politikadan çok İzmir yazın’ diyordu. Bu durum beni huzursuz ediyordu. En son yazdığım ‘Her sözü dinlemek, en güzeli bulmak’ başlıklı yazımı da yayımlamayı uygun bulmamışlar. Ben de 4.5 yıl yazdırdıkları için teşekkür ettim. Neden uygun bulmadıklarını bilmiyorum. İrdelemek istemiyorum. Sanki özgürlüğüm elimden gidiyor gibi geldi. Şimdi ‘haber35’ adlı internet sitesinde yazılarım yayınlanıyor. Ben, herkesin konuşmasını doğru buluyorum. Herkes konuşacak, idareciler en güzelini bulup ona uyacaklar. Konuşmaktan korkmamak lazım. Ak Parti’nin temelinde de böyle bir felsefe var. Birileri güya Ak Parti adına bazı şeyler yapıyorlar, onun sebeplerini bilmiyorum. Buradan Ak Parti’nin zarar göreceğini sanıyorum. Ben Ak Parti’nin kurucusuyum. Birileri benden çok Ak Partililik yaparsa kabul edemem.”
Sadece son iki yazıya bakanlar iyi ki akıl edip eski yazılarıma bakmıyorlar. Kim bilir nasıl başlıklar atarlardı? ‘Paralel’ bile olurdum. Ben eskiden beri hem doğruları hem eksik ve yanlışları dile getiriyorum. Basit bir örnek Gülen cemaati üzerinden verilebilir. Hukuk dışı yapılanmalarla mücadeleyi sonuna kadar destekledim. En azından 17 ve 25 Aralık yargı kılıflı darbe teşebbüslerinden hemen sonra yazdığım iki yazı duruyor ortada. “İnsafın o yerde namı yok mu?”ve “Molla Kasım’dan mektup var” başlıklı bu iki makalenin yanında “Paralel yapı derken…”başlıklı yazıda ortaya çıkan hukuksuzlukları ele aldığım yazı da var.
Kürt sorunu bundan bir yıl önce bugünkü manzarada değildi. Suriye meselesi de öyle. Henüz uçak düşürmemiştik. Şimdi bu sorunların aldığı şekle bakarak bir takım öneriler getirmenin isyanla ne alakası var? “Birlik beraberliğe muhtacız ama bu sadece sözle olmaz, birlik beraberlik talep edilen çevrelerin ne söylediğini de kulak vermek gerekir, ben ne diyorsan o tavrı doğru değil” diye yazınca isyan mı etmiş oluyorum?
Tam bunları düşünürken Hayrettin Karaman yetişti imdada. “Tenkit hak, teklif vazifedir” başlıklı yazı anlayana çok şey söylüyor. Sözü uzatmaya gerek yok. Benim söylediklerim dostlarının başarılı olması için dua eden bir fakirin yakarışlarından ibarettir.
Bunca çukur, barikat, silah, mühimmat, yığınak ortada dururken, içeriden ve dışardan gelen PKK mensupları Sur’da, Cizre’de stratejiler geliştirirken yapılan onca ikazı görmezden gelen bir tavra hiç mi bir şey söylemeyelim? Üstelik bu söylediklerim de yeni değil. Onlarca örneği var geçmiş yazılarımda. Hayrettin Karaman’ın vurguladığı gibi bir de teklifim var o ikazlarımın yanında. Kamu güvenliği sağlandıktan sonrasını şimdiden düşünelim diyorum. Kürt sorununu görmezden gelemeyeceğimize göre ne yapacağımızı bugünden ilan edelim ve bölge halkına güven telkin edecek bir strateji içinde olalım istiyorum.
Yusuf Kaplan, Cihan Aktaş ve Atasoy Müftüoğlu kadar olmasa da ben de sosyal medya tetikçilerinden kendimi kurtaramadım. İsmail Kılıçaslan’ın “Yusuf Hocayı asalım, Cihan Aktaşı kurşuna dizelim” başlıklı yazısı bir başka yaraya parmak basıyor. Bakın ne diyor Kılıçaslan:“Açıkça söylemek isterim ki son zamanlarda pis bir modaya dönüşen ‘sosyal medya linçleri’ bana hep Ortaçağ Avrupa’sını ve engizisyon mahkemelerini hatırlatıyor./ Olaylar şöyle gelişiyor: Kendilerini hakikatin tek sahibi, gerçeğin yılmaz savunucusu ilan eden engizisyon papazları ellerinde bir ajanda ile cadı avına çıkıyorlar. Kendilerinden farklı düşünen kim varsa derhal ötekileştirerek başlıyorlar linçe.”
Ayşe Böhürler de bu hoyratlığa üzülmüş. Olanca nezaketiyle kaleme aldığı “İtidal” başlıklı yazıyı eline kitap almamış twitter tetikçileri anlar mı, bilmem.
Kolaya kaçanlar manşetlere bakarak hüküm veriyorlar, hakikati arayanlar ise muhtevaya bakarak, kafa yorarak, olan biteni anlama cehdiyle çırpınarak…