Tarihimizin önemli dönüm noktalarından söz ederiz zaman zaman. Yakın tarihimizi göz önüne alarak Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden çekilmesini ve yeni Türkiye’nin kurulmasını,1950 seçimleriyle tek parti döneminin bitmesini, 60, 71, 80 ve 97’de demokrasiyi kesintiye uğratan darbe girişimlerini ve elbette 2002 Kasım seçimlerini önemli dönüm noktaları olarak zikredebiliriz.
Şimdi bir dönüm noktasına daha sahip olduk. 1950 ve 2002 seçimlerini müspet dönüm noktaları olarak zikrederken darbelerle anılanları menfi dönüm noktaları olarak görmek zorundayız. 15 Temmuz’u nereye koyalım? Her ne kadar çok kötü etkileri olacak gibi dursa da ben müspet dönüm noktalarından biri olarak telakki etmekten yanayım.
Elbette “Hak şerleri hayreyler” diyebilmek için atılması gereken adımlar var. Bunların başında kamuyu yeniden düzenlemek geliyor. Liyakate ve performansa dayalı bir kamu yönetimi 15 Temmuz’un bize kazandırabileceği önemli bir adım olabilir. Vaktiyle yarım kalmış bu düzenleme için bugünlerden daha iyi bir zemin olamaz.
Ordunun yeniden yapılandırılıyor olması da elbette çok önemli. Milli Savunma Üniversitesi kurmak iyi bir fikir. Önemli olan bunun içinin nasıl doldurulacağı…
Burada bir özeleştiriye ihtiyacımız var. Üniversitelerimiz de düşünce kuruluşlarımız da hatta Ak Parti’nin AR-GE birimi de bu konuları önceden çalışma ihtiyacı duymadı. Dolayısıyla da şimdi böyle bir üniversitenin nasıl bir müfredata sahip olması gerektiği hakkında derli toplu bir hazırlığa sahip değiliz. Müfredat işi ciddiye alınmazsa yapılan iş isim değiştirmekten başka bir anlam ifade etmez.
Hatta ‘ordu içinde darbe heveslileri neden bu kadar çok, niçin böyle bir ortam hâsıl oluyor’ diye de ciddi analizler yapmış değiliz. Yapılmış olsaydı ve bunlar kamuoyu önünde ön yargılardan uzak bir şekilde tartışılmış olsaydı uygulamaya koymak mümkün olurdu. Ak Parti’de bu irade vardı. Bu noktada Şükrü Hanioğlu’nun bu sütunda daha önce de zikrettiğim “Siyaset ve ‘sığ’ entelektüel zemin” başlıklı yazısını hatırlamadan edemiyorum.
Bana itiraz edeceklere bir sorum var: 1960, 1971, 1980, 1997 ve hatta 2007 kalkışmalarını hatırlayalım. Bunların hemen hepsi askeri okulların baskıcı Kemalist anlayışla hazırlanmış müfredatının sonucu değil mi?
15 Temmuz kalkışması da bizim boş vermişliğimizin bir sonucu. Biraz gönüllü aldanmışlık… Aldatıldık diyoruz ya… Burada kolaycılık var… Sanılmasın ki suçladığım siyasiler… Aksine en masum olanlar siyasiler… Öylesine meşguller ki… Asıl sorun bu ülkenin entelektüel takımında… Üniversitelerinde… 238 kişinin katili bir caninin din anlayışını hiç sorgulamayan sözüm ona ilahiyatçılarında… “Küçük Dünyam” adlı kitabındaki hezeyanlarını, Hz. Peygamber’le istişare saçmalığını ele alıp didikleyen bir hoca vardı da biz mi duymadık…
Şimdi yapılması gereken, düzenlemeleri genel demokratikleşme çerçevesinde ele almak. Avrupa Birliği’ne kızalım, köpürelim, yaptıkları haksız muameleleri dile getirelim, ama AB’nin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü prensiplerinin ne kadar önemli olduğunu da teslim edelim. Bir önceki yazıda da söylediğim gibi biz bu prensiplerin yazılı haliyle ilgiliyiz. Avrupalıların uygulamada ne kadar yaya kaldıklarını bilmiyor değiliz.
AB, çifte standartlara ne kadar meraklı olduğunu Almanya eliyle Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın Köln’deki mitinge video konferans yöntemiyle katılmasını önleyerek gösterdi. İfade özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, temel haklar… Bunların hepsi bir anda AB prensipleri içinden silindi.
15 Temmuz’da bu milletin ruhu Allah’ın lütfuyla büyük bir felaketi önledi. Şimdi bu ülkenin insanlarına düşen ortaya çıkan yeni durumu iyi değerlendirmek… Hamaset dolu nutuklarla varacağımız bir yer yok…
İşte gördük, en üst akıl bu milletin aklı… Ötesi yok…