15 Temmuz sonrası Türkiye’nin önünde fırsatlar ve zorluklar bir arada duruyor.
Fırsatları değerlendirip pek çok şeyi yeniden tanzim etmek mümkün.
Kamu idaresinin modern ve demokratik bir yönetime kavuşturulması uzun zamandır her kesimin özlemi. Şeffaf, hesap verebilir, sorumsuzluktan arınmış bir kurumsallaşmaya şiddetle ihtiyacımız var. Bu söylediğim hem kurumlar hem şahıslar için gerekli. 657 sayılı Devlet memurları kanunu acilen değişmeli ve ömür boyu sorumsuz memuriyet anlayışı yerini verimliliği esas alan bir anlayışa bırakmalı. Sivil asker ilişkilerinin yeniden tanzimi için yapılan çalışmalar olumlu. Birçok alanı düzenlerken AB standartlarını göz ardı etmezsek önemli adımlar atma imkânını kaçırmamış oluruz.
Zorluklar fırsatlardan az değil. FETÖ’nün boşalttığı alanın bir başka grup tarafından doldurulmasına zemin hazırlayacak davranışlardan kaçınmak zorundayız. Kapalı yapıların başımıza FETÖ türü sorunlar açması her zaman muhtemeldir. Öyleyse yasaklamanın da başıboş bırakmanın da bizi belalardan koruyamayacağını kavramak zorundayız. Özgürlük alanının gerçekten geniş olması her türlü grubu kayıt dışı oluşumdan alıkoyacaktır.
En büyük problem hukuk sistemimizde gibi duruyor. FETÖ Türkiye’yi olağanüstü hale mecbur etti. Buradan kaynaklanan hataların ilerde başımıza dert açmaması için dikkatli olmak mecburiyeti var. Elbette bir ayıklanma ihtiyacı var. Bunu yapalım. Ama uygulamaların yaratacağı tedirginliği asgariye indirmek için de olağanüstü bir gayret lazım. Bugünkü uygulamaların yarın ortaya çıkaracağı sosyal problemleri nasıl göz ardı edebiliriz… Bir takım şirketlerin batmasına yol açacak uygulamalar yarın önümüze işsizlik problemi olarak çıkar mı acaba? Bilgisine başvurularak sonuç alınması mümkün bazı kişileri gözaltı ve tutuklamaya kadar giden muamelelere tabi tutmak doğru olmasa gerek. Savcı ve hâkimlerin bu toplumun işsizlik, güven, yatırım ve benzeri kaygıları olduğunu hatırlamaları lazım.
Hukuki belirsizlikler en çok dış yatırımcıları tedirgin eder. Oysa Türkiye’nin her yıl önemli miktarda döviz girdisine ihtiyacı var. Bu durumun nasıl bir kaygıya yol açtığını bugünlerde yabancılarla iş yapan çevrelerden çok sık duyar olduk. Türkiye seyahatini iptal eden edene. Bir başka ilginç nokta daha var. İnternet üzerinden Türkiye vizesi alanların oranı geçtiğimiz yıllara göre neredeyse %40 oranında düşüş gösteriyor. Bu bir şeylere işaret etmiyor mu? Olağanüstü hali bir kere daha uzatmamak için bugünden olağanüstü gayrete ihtiyaç var. Türkiye’nin süratle normalleşmesi lazım.
Şu sıralar ikinci cumhuriyetten bahsedenler çoğaldı. Pek çoğu hem 15 Temmuz hainliğinin bir daha tekrarlanmaması için neler yapılması gerektiğini ele alıyor hem de toplumumuzun dayanak noktalarının neler olması gerektiğini…
Bunlardan biri Hasan Bülent Kahraman. Sabah Gazetesinde “Aristokrasinin melankolisi” başlıklı yazıda bakın ne diyor: “O gece ben bütün Türkiye’nin bir andan sonra darbeye direndiği kanısındayım. Öyle olduğunu ummak istiyorum. Gene de şunu belirtmem gerekiyor ki, sokaklara çıkanların % 90’a yakını muhafazakâr, mütedeyyin kesimlerdi./ Onlar sokağa çıkarak bir cumhuriyeti tamamladılar bir yeni cumhuriyeti başlattılar. Biten Cumhuriyet III. Selim- II. Mahmut- II. Meşrutiyet- Kemalizm çizgisidir. Batılılaşmacıdır. Materyalisttir. Pozitivisttir. Negatif laikçidir./ Yeni cumhuriyet şu andığım Tanzimat çizgisinin karşısında yer alan muhafazakâr, şimdi ‘yerli ve milli’ denen çevrelerin uzun tarihiyle biçimleniyor. / İdeolojik olarak buna taraf veya karşı olmak bir hak. Ama sosyolojik gerçek bu.”
Yine Sabah gazetesinde Mehmet Barlas yüzeysel de olsa konuyu yeniden yapılanma bağlamında ele alıyor. “2’nci cumhuriyet terörü yok etmeli” başlıklı yazıdan: “Geçmişteki Cumhuriyet’i numaralama çabaları sadece birer özentiydi. Ama şu anda gerçekten “2’nci Cumhuriyet”in ilk günlerini yaşamaktayız. Devletin bütün kurumlarının yenilendiği, Genelkurmay’ın Cumhurbaşkanlığı’na bağlandığı, sivil seçilmişlerin artık yanlarında yaver taşımadıkları, askeri okulların, askeri hastanelerin sivilleştirildiği yeni bir dönem.”
15 Temmuz kahpeliğinin getirdiği zorluklardan biri dini ve tasavvufi hayatla ilgilidir. Bilen bilmeyen tasavvuf hakkında ileri geri konuşmalar yapıyor. Sahte şeyh ve tarikatların nasıl tehlikeler doğuracağına rahmetli Üstad Necip Fazıl ne kadar dikkat çekerdi. Bu konuda size gerçek bir tasavvuf erbabı olan Prof. Mahmut Erol Kılıç’ın uyarıcı yazılarını önerebilirim.
Önemli bir başka nokta Türkiye’nin dış dünyadaki algısıdır. Bu konuyu kimilerinin boş verdiğini görüyoruz. Oysa öyle değil. Neticede Türkiye ile iş yapacakların kanaatleri bu şekilde oluşuyor. Eğer Türkiye kapılarını dış dünyaya açık tutacaksa algıyı önemsemek zorundayız. Herhalde batı dünyasında Papa’nın etkinliğini herkes kabul eder. Prof. Şinasi Gündüz’ün, Papa’nın derin sessizliğine dikkat çektiği yazısı buna sadece bir örnek. Papa’nın sessizliğinde başka faktörler de mevcut ama yazı, bizim Türkiye olarak üzerinde ciddiyetle durmamız gereken bir noktayı işaret etmekten de geri kalmıyor.
Bugünleri hamasetle geçirmeyi artık bir yana bırakmak zorundayız. Zorlukları aşmak, onları fırsata dönüştürmek yarınları düşünebilenlerin kârıdır.