Ben yaştaki arkadaşlarımın birçoğunda biraz tuhaf bir özellik vardır. Çok şeye heves ettik, ama pek azını iyi denilebilecek derecede yapabildik. Sebep beceriksizlik ya da kabiliyetsizlik değil. Sebep, karman çorman bir hayatın içine itilmemiz.
Osmanlıca öğrenmeye kalktık, yarım bıraktık. Yazamayınca okumanın anlamı kalmadı. Musikiye heveslendik, ama bir musiki eğitimi alma imkânımız olmadı. Nota ve makam bilgisinden mahrum müzik sevdalıları olduk. Spor yapalım dedik, ancak kendi bildiğimizi icra ettik, sistematik bir anlayışa büründüremedik. Lisan eğitimini tamamen kendi imkânlarımızla sınırlandırdık ve yarım yamalaktan öteye gitmesini sağlamak için gereğinden çok fazla zaman ve para harcadık.
Çok kitap okuduk, ama bir oradan bir buradan. Dostoyevski’nin romanları ile Sultan Abdülhamid’e dair kitaplar aynı anda masamızdaydı. Bir alanı bütünüyle kuşatıcı bir okuma tarzını benimseyemedik.
Tabiatla münasebetimizde de benzer bir hal tezahür etti. Ne baharı bildik ne yazı. Sonbaharı yaprak dökümünden, yazı sıcaktan ibaret sandık. Çiçeklerle böcekler hayat tarzımıza renk katacak seviyede ilgi alanımıza giremedi.
Çünkü biz “vatan kurtarmak” varken başka şeylere fazla vakit ayıracak durumda değildik. Komünistlerle mücadele ettik, uzaktan masonlara öfkelendik, bizi dinleyecek birini bulmuşsak batının Türkiye’yi nasıl köleleştirdiğini anlattık, bize hitaben konuşacaklardan devrimlerin ne felaketlere yol açtığını anlatmasını istedik. İslamcı geçinenlerimiz İslam’a inanıyorlar ama İslam’ı bilmiyorlardı.
Her şeyi yarım yamalak yapınca da işinin ehli insan bulmakta sıkıntı çektik. Fakat iyi özelliklerimiz de vardı. İrademizi ve aklımızı kimseye teslim etmedik.
Bu hafta sonunda Bolu’da iki gün geçirdik bir grup arkadaşla. Tabiatla münasebetimizi olsun bir düzene koyalım istedik. Gölcük, Abant ve Yedigöller’de o harika renk cümbüşüne şahit olduk. Sarı ile yeşilin nasıl bir ahenge büründüğünü seyreyledik. Gölcük’te sabah namazından sonra göl çevresinde yürümek güzeldi. Bolu Belediyesinin buraya ne kadar özen gösterdiği açıkça belli oluyordu. Bu Gölcük ismi nasıl ortaya çıkmış bilemiyorum. Küçük olmasından mı, yoksa sevimli, hoş ve zarafet kelimelerinin ihtiva ettiği manaların hepsine birden sahip olmasından mı? Küçük güzeldir deyip geçelim.
Abant kendinizi kalabalıklardan kurtarabilirseniz bir huzur beldesi olabilir. Araç trafiği, Abant’ın altından nasıl kalkılacağı meçhul bir sorunu olmaya devam ediyor. Yedi kilometreden ziyade olan göl çevresini kot pantolon ve soğuk korkusuyla giydiğim kalın kazakla yürümek hesapta yoktu ama iş iddiaya binince zor gelmedi bana.
Yedigöller bir başka harika. Gölcük ve Abant’ı daha önce görmüştüm. Yedigöller’in yolu Bolu’ya her gittiğimizde bizi korkuttuğu için o güzelliklerden kendimizi mahrum etmişiz meğer. Şimdi yol çok dönemeçli olsa da asfalt. Yeşille sarının yarattığı şehrayin burada da büyülüyor insanı. Yedigöller’in mekânsal anlamda düzenlenmeye ihtiyacı var. Ben bu göllere bakıp hayal âlemine her dalışımda Yahya Kemal’in “Sis’te söyleniş” şiirindeki Boğaziçi için söylediği şu beyti hatırlarım: “Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri;/ Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.” Ekim sonunda da Yedigöller gibi efsunkâr mıdır acep İsviçre gölleri?
Ben buralarda huzurlu bir hafta sonu geçirmeyi ummuş ve kısmen de muvaffak olmuştum. Bu huzura telefonumun bozulması da epeyce katkı yaptı. Fakat zihnimin gerilerindeki birkaç husus bu huzuru bana çok gördü.
Elinize batmış bir kıymığın bir başka cismi kavrarken verdiği acı gibiydi bunlar.
Bunlardan biri Başbakan Binali Yıldırım’ın “Anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi yeterince tartışıldı, şimdi artık teklifimizi Meclise sunacağız” sözüydü. Böyle bir Anayasa değişikliği teklifi vardı da ben mi görmemiştim. Bu teklifte yargının, parlamento ile ilişkilerin, şu anda Bakanlar Kurulunun yetkisinde olan hususların ve buna benzer daha bir sürü önemli işin nasıl düzenleneceğini herkes biliyordu da ben mi bilmiyordum. Anayasa değişikliği ile birlikte ele alınması zorunlu olan Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Kanununa bir şekil verilmişti de ben mi duymamıştım. Başkanlık sisteminin denge ve kontrol mekanizması nasıl kurulmuştu, ben neden bundan haberdar değildim? Kendi kendime kızdım. “Sen Başbakanın ne dediğini anlamadın galiba” diye söylendim. Evet, benim kavrayamadığım bir şey olmalı… Muhtemelen Başbakan bir başka şeyi kast ediyordu.
Bir diğeri rektör seçimlerine ilişkin düzenlemeydi. Bundan sonra YÖK üç rektör adayı belirleyecek, Cumhurbaşkanımız birini tayin edecek. Bu düzenlemeyi aslında gerekli görmüyor değilim. Üniversitelerde seçimi doğru bulmayanlardanım. Ama bir husus takıldı aklıma. Olağanüstü hali ilgilendirmeyen bir konunun, üstelik bir kanun maddesinin Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenmesi ne kadar isabetliydi? Bütün bu hususlar ilerde Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanımızın başını ağrıtacak hususlar cümlesinden değil miydi?
Bu yazıyı hazırlarken Cumhuriyet Gazetesine yapılan operasyon duyuldu. Bana göre atılan taş ürküttüğümüz kurbağaya değmiyor. İsterseniz ‘pire için yorgan yakmak’ bu olsa gerek diyelim.
Türkiye kendi kabuğuna çekilemez. Bütün bir dünya ile ilişkilerini sıcak tutmak zorunda. Gelecekte ortaya çıkacak sıkıntılara bugünden işaret etmek gerekiyor.
Bolu’da huzur bol.