Avrupa Konseyi, 13 yıl aradan sonra Türkiye’yi yeniden denetim sürecine aldı. Oysa bizim hayalimiz denetim sonrası diyalog sürecinden de çıkmaktı. Olmadı.
1996’dan 2004’e kadar süren denetim sürecini Ak Parti’nin reformlar dönemi sayesinde atlatmıştık. Konseydeki Türk heyetinin Başkanı Murat Mercan’dı. Mevlüt Çavuşoğlu da vardı heyette ben de. Denetimden çıkmış ve denetim sonrası diyalog sürecine dâhil olmuştuk ama yine de aklımda kaldığı kadarıyla 13 maddede toplanan bir ödevimiz vardı. Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına dair bu ödevin de zaman içinde yerine getirileceğine dair bir güven vardı herkeste. Çünkü reform arzusu zirvedeydi. İyi de gidiyorduk. Denetimden çıkışımız AB ile müzakerelerin de yolunu açmıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimi, 27 Nisan 2007 bildirisi, Ak Parti’ye kapatma davası, dünyayı sarsan ekonomik kriz o reform adımlarını zayıflattı. Oysa o hızla devam edebilseydik bugünkü sıkıntılarımız da muhtemelen olmayacaktı. Yine de çok önemli adımlar atıldığını belirtmemiz gerekiyor.
Konseyin kış oturumu Ocak ayındaydı. O zaman da böyle bir karar gündeme gelmek üzereydi. Ben de tehlikeye burada çıkan üç yazı ile dikkat çekmek istedim. İlk yazı “Avrupa Konseyi’nde neler oluyor?” başlığıyla 12 Ocak’ta çıktı. İkinci yazıda “Venedik Komisyonu da aynı yolda…” derken Konseyin bir organı olan Venedik Komisyonu’nun raporunda yazılanların muhtemel bir tehlikeye işaret sayılabileceğini anlatmak istiyordum. Bu sırada çıkan bir kararname ile “Olağanüstü hal işlemlerini inceleme komisyonu” kurulmasına karar verildi. Üstelik o sırada referandum kampanyası henüz başlamamıştı. Avrupa Konseyi de Türkiye hakkındaki raporu gündeme almamaya karar verdi. Ben de “Avrupa Konseyi’nden iyi haber…” başlıklı yazıyla sevincimi sizlerle paylaşmıştım.
İki dönem bulunduğum Konseyin Bahar oturumu bu hafta yapılıyor. İkinci gün “Türkiye’de Demokratik Kurumların İşleyişi” adlı raporun ele alındığı oturumu neredeyse baştan sona canlı yayından takip ettim. Bu rapor ve eki Denetim Komisyonu’nun iki üyesi tarafından hazırlandı. Biri Norveçli diğeri Estonyalı raportörler Türkiye’ye gelip gittiler, çeşitli görüşmeler yaptılar. Rapor önce Denetim Komisyonunda ele alındı. Daha sonra bu hafta yapılan Genel Kurula geldi.
Önce Raporun Türkiye ile ilgili ele aldığı önemli hususları hatırlamak gerekiyor. Bunların başında olağanüstü halin bir an önce kaldırılması var. Kanun hükmünde kararnamelere ve toplu görevden uzaklaştırmalara dair kaygılar önemle vurgulanmış raporda. Tutuklu yargılamanın istisna olması gerektiği de tutuklu milletvekilleri, gazeteciler, aydınlar, akademisyenler ve belediye başkanlarına ilgi kurularak açıklanmış. Olağanüstü hal işlemlerini inceleme komisyonunun faaliyete geçmesi hukuki denetim adına dile getirilmiş. Adil yargılama, ifade özgürlüğü ve Venedik Komisyonunun Anayasa Değişikliği ile ilgili önerileri de Raporda ele alınan konular arasında bulunuyor.
Denetim sürecinde olup olmamak bir ülkenin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları ligindeki yerini belirliyor. Türkiye bu kararla Ukrayna, Rusya, Gürcistan, Azerbaycan, Özbekistan ve Sırbistan gibi ülkelerin bulunduğu kategoriye inmiş bulunuyor. Doğal kaynakları kıt bir ülke için zenginlik kaynağı bu sıralamadaki yeridir. Demokrasi ile ekonominin paralel yükselmek zorunda olduğunu biliyoruz. Birinden biri geri kaldığında diğerini aşağı doğru çektiği tecrübeyle sabit değil mi? Türkiye boş yere mi AİHM kararlarının kendi yasalarından üstün muamele göreceği esasını anayasa hükmü haline getirdi?
Raporun eleştirilecek yanları çok. Türkiye hakkındaki karar elbette çok üzücü. Çuvaldızı başkalarına batıralım ama biz de hiç değilse en kaba etimize bir iğne temasına izin verelim.
Hükümetin iyi niyetinin bir göstergesi olan olağanüstü hal işlemlerini inceleme komisyonu kurulması niye bu kadar gecikiyor ki… Ocak oturumunda bunun ne kadar önemsendiğini sanırım yetkililer biliyordur.
15 Temmuz hainliğinin Türkiye’ye verdiği zararı gidermemiz gerekirken hâlâ bunun yarattığı travmayla iş tutmak akıl kârı mı? Olağanüstü hal kapsamına girecek işleri bir an önce tamamlamak çok mu zor? Bu kadar çok insanı niyet okuyarak, suçlu olduklarını ispat etmeden işinden etmek sosyal dengeleri alt üst etmez mi sanıyoruz?
Bir başka sıkıntı algı yönetimi konusunda ortaya çıkıyor. Eğer biz hala 15 Temmuz’un baş sorumlusu olarak dünya kamuoyuna FETÖ’yü kabul ettirememişsek oturup biraz düşünelim. Yoksa İbrahim Kalın gibi Konsey kararını, beni çok şaşırtan Türkiye düşmanlarının işi diyerek izaha kalkmak gibi bir çaresizliğe düşmüş oluruz. Avrupa’nın 15 Temmuz’un ne büyük bir felaket olduğunu iyi algılamadığını ve Türkiye’ye ve demokrasiye yeterince sahip çıkmadığını biliyoruz.
Yukarda söylediğim gibi Konseydeki tartışmaları izledim. Raportörler sanırım bizim Türk heyetinin yaptığı konuşmaları dinlerken “biz ne söylüyoruz siz ne diyorsunuz” diye düşünmüşlerdir. Rapordaki iddiaları ele almak yerine ruhsuz ve ezik bir üslupla yapılan konuşmalar kimi ikna edecekti? Genel Kurul’un FETÖ ve PKK ile ilgili Türk heyetinin önerilerine duyarsız kalması üzüldüğüm noktalardan biri oldu. Raportörlerin bunu kavramamış olmaları da kaygı verici.
Heyet Başkanı Talip Küçükcan’ın çırpınışları yalnızlığını haykırıyordu. Bilenler bilir, bu işler Genel Kurul’da kotarılamaz. Raportörlerle kurulacak gerçekçi ilişkilerdir netice almak için yapılması gereken…
Bakıyorum bazıları “bu kararı kınıyoruz, reddediyoruz, önemsemiyoruz” yarışına girmişler. Karar önemli değilse bu kadar sert tepki niye?
15 Temmuz bir demokrasi mücadelesiydi. Başardık. Şehitler verdik. Demokrasiye sahip çıkarak bu yoldaki kararlılığımızı gösterdik. Şimdi Avrupa Konseyi’nin “demokrasiniz zayıflıyor” diyerek bizi denetim sürecine sokması nasıl bir çelişkiler yumağı atıyor ortaya, anlayamıyorum.
Doğrudan organik bir bağ mevcut olmasa da özellikle demokrasi konusunda Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin mutfağı sayılır. Konseyin kararı bu sebeple Avrupa Birliği ile ilişkiler açısından da önemlidir.
Türkiye eğer dış dünyaya açık olmaya ve Avrupa ile seviyeli bir işbirliği yürütmeye devam edecekse hem Avrupa Konseyi ile hem Avrupa Birliği ile ilişkilerini devam ettirmek zorundadır.
İşimiz zor ama imkânsız değil…