Avrupa’nın belli başlı sanayi kuruluşlarının tedarikçilerinden bir kısmı da Türkiye’de bulunuyor. Şimdi bu kuruluşlar Türkiye’deki tedarikçilerine “fabrikalarınızı Doğu Avrupa ülkelerinden birine taşıyın, ülkeniz tedarik güvenliği açısından riskli hale geldi” diyorlarmış.
Alman otomotiv endüstrisinin Türkiye’den tedarik ettiği çok parça var. Bursa ve Kocaeli civarında yoğunlaşmakla birlikte başka bölgelerimizde de bu tür üretim merkezleri bulunuyor. Aslında Avrupalıların bu firmalarla çalışmaktan duydukları memnuniyeti dile getirdikleri sır değil. Fakat üretim merkezlerini hukuken daha güvenli buldukları Doğu Avrupa ülkelerine taşıtmak istiyorlar. Bunun da bir takvime bağlanmasını şart koşuyorlar. Bu taleplerin yerine getirileceğine dair bir taahhüt verilmezse başka tedarikçiler aranacağına dair de üstü kapalı bir tehditten söz ediliyor. Hukuken öngörülebilir olmak şu sıralar daha bir önemli hale gelecek gibi duruyor.
Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz iyiye gitmiyor. Avrupa Parlamentosu müzakerelerin dondurulmasını da içeren bir dizi tavsiye kararı aldı. Kararın, hukuki bağlayıcılığı yok diye çeşitli çevrelerde hafife alındığına şahit olduk.
Evet, kararın hukuki bağlayıcılığı yok ama ekonomik sıkıntılara yol açma potansiyeli var.
Eğer Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz sadece bu karar çerçevesindeki olumsuzluktan ibaret kalsaydı kaygı edecek bir şey yok diyebilirdik. Fakat öyle olmuyor.
Almanya ile gerginlik had safhada ve bunu tahrik etmek için elimizden geleni yapıyoruz. Hollanda meselesi kapanır gibi olurken Almanya ile casusluğa kadar uzanan ithamlarla hararetlenen bir çekişmenin içine giriyoruz.
Bizim haklı olup olmamamız değil sorun. Avrupa kamuoyundaki algımız, başka sorunlara yol açıyor. Olağanüstü hal uygulamalarının bir türlü son bulmayışı hukuk sistemindeki endişeleri artırıyor.
Bütün bunlar üst üste bindikçe algıdaki lekeler artıyor ve Türkiye’nin seyredildiği ekran kararıyor. Geleceği okumak zorlaşıyor ve sıkıntılar buradan doğuyor.
Dediğim gibi reel durumu biz istediğimiz kadar farklı görelim Avrupa kamuoyundaki algı bu.
Türkiye’nin ekonomik olarak güç aldığı sektörler arasında turizm ve Avrupa ülkelerine yaptığı sanayi ürünleri ve hazır giyim ihracatı var.
Almanlar vatandaşlarına Türkiye’nin artık güvenli bir ülke olmadığı yolunda telkinlerde bulunuyorlar. Turizm sektöründe sıkıntılar doğuracak bu çağrıya Almanların pek kulak asacağı düşünülmüyor, ama şimdilik… Bu biraz da bizim bundan sonraki tavrımıza bağlı.
Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel’in sözleri gerginliğin derecesini gösteriyor: “Türkiye’ye seyahat edecek olanların başına neler gelebileceğini söylemek zorunda kaldık. En son tutuklanan Alman insan hakları aktivisti Peter Steudtner’in keyfi tutuklanması ülkede hukuk güvenliğinin kalmadığını gösteriyor.”
Giyim sektörü de kaygılı. Şu haberi okuyunca insanın içi titriyor: “Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD) Başkanı Şeref Fayat, Almanya ile artan tansiyon ve Alman yetkililerin Türkiye’ye yönelik açıklamalarının ardından bazı Alman alım gruplarının Türkiye ziyaretlerini iptal ettiğini söyledi.”
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın, Daily Sabah’da çıkan, başlığı “Türkiye, Almanya, Avrupa. Bu gidiş nereye?” diye çevrilebilecek İngilizce yazısında Almanların Türkiye’ye layık gördükleri muamelenin haksızlıklarını bütün boyutlarıyla anlatmış. Burada anlatılanlara ben de katılabilirim. Fakat bu bizim bakışımız… Almanların meseleye bizim gibi bakmalarını beklemek saflık olur.
Yazının girişinde anlattığım sıkıntıyı en azından Sanayi Odası Başkanlarının bildiğini sanıyorum. İhracatı ve istihdamı doğrudan etkileyecek bir durum söz konusu. Doğrusu onlardan bir ses çıkmıyor. Neyi bekliyorlar bilemiyorum. Bu durumu başta Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız olmak üzere hükümet yetkilileri ve kamuoyu ile paylaşmaları gerekmez mi?
Hukuki güvencenin ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna dair iyi bir örnekten bahsetmek istiyorum. Bugünlerde elimde “Hüsnü Özyeğin’in yaşam öyküsü” alt başlığı ile çıkmış “Bir Dünya Kurmak” adlı kitap var. Bilindiği gibi Finansbank’ı kuran Hüsnü Özyeğin özellikle Ak Parti iktidarının sağladığı ekonomik büyüme ve özgürlük ortamında bankasının değerini neredeyse 50 kat artırma imkânı buldu, s.329. Üstelik Türkiye’nin o dönemdeki yapısı sadece Finansbank’ı değil, Garanti Bankası ve Dışbank gibi bankaları da yabancıların ilgi odağı yapmıştı. Finansbank 2006 yılında neredeyse 6 milyar dolar üzerinden satıldı. Kitapta o günler Türkiye’sinin Avrupa Birliği ile müzakereler yürüten ve bu sebeple hukuki güvence ve bunun sürdürülebilirliği konusunda hiçbir kaygı doğurmayan yapısı vurgulanmamış olsa da bu hususun gayet açık olduğuna şüphe yok…
Yine de Hüsnü Özyeğin’in hayırlı olsun için arayan Başbakan Tayyip Erdoğan’a teşekkür babında söylediklerini buraya almak lazım: “Sizin hükümetinizin disiplinli mali ve ekonomik politikaları sayesinde Türkiye’de yüksek enflasyon ve faiz oranları düştü, bankacılık sektörü gelişti. Bu gelişmeyle Finansbank bu değerlere ulaştı”, s.341.
O günlerin demokrasi yolunda ilerleyen, şeffaflığı, rekabeti, hesap verebilirliği, hukukun üstünlüğünü hedef olarak gözeten Türkiye’si dünyaya güven vermeseydi, Hüsnü Özyeğin, bankayı Yunanlılara bu fiyata satabilir miydi?
FETÖ’nün Türkiye’ye verdiği zarar anlatmakla bitmez. Bari biz kendi kendimize zarar verecek tutum ve davranışlardan uzak dursak… Ak Parti’den beklenen daha önce yaptığını tekrarlamaktan ibaret…
Türkiye, potansiyeli çok büyük bir ülke… Korkuların esiri olmamalı…