Türkiye’nin yüz yüze olduğu pek çok sorun var. Ekonomide, iç ve dış politikada, terörle mücadelede, Kürt sorununda, ileri teknoloji ürünleri üretiminde, ilk, orta ve yüksek eğitimde, siyaset anlayışında, dini konuların ele alınışında, yönetim ve hukuk anlayışında ve daha pek çok alanda yapılması gereken çok şey var. Yapılması gerekenlerin neler olduğunun tayini de ayrı bir problem elbette ama benim şu sıralar aklıma takılan daha başka bir sorunumuz var. Ahlaki yozlaşma… Bu sorun can yakıcı…
Son kararname dolayısıyla ortaya çıkan tartışmalarda medyada yazılıp çizilenleri ve konunun ele alınış biçimini görünce demokrasiyi özümsemenin ne kadar zor olduğunu bir kere daha anladım. Çünkü demokrasiyi özümsemenin asgari şartı başkasının hak ve hukukuna saygı göstermektir. Bu ise bizi doğrudan ahlaki davranış biçimlerini anlamaya sevk ediyor. Yozlaşma o derece kabarmış ki ben mertebesini tayinden aciz hissettim kendimi.
Medyadaki tavırdan, yaranma içgüdüsünün ne kadar şiddetli olduğunu görmek üzüyor insanı. Olan biten her iyi ya da kötü şeyi bir kimseye atıfla izah etmek hem o kişiye haksızlık etmektir hem de hiçbir başka kuruma zihinlerde yer vermemektir. Bu da demokrasiyi özümseme zaafının keskin bir işaretidir. Çünkü demokrasi sadece demokrasiyi seviyoruz demekle tesis edilemiyor. Eğer demokrasinin denge ve denetim kurumları sağlıklı işlemiyor ve kurumlararası ahenk sağlanamıyorsa bir yerlerde sorunlar var demektir. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinden sonra hazırlanan anayasalar, Türkiye Büyük Millet Meclisini Anayasa Mahkemesiyle, hükümeti Milli Güvenlik Kurulu ve Danıştay’la, yargıyı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ve üniversiteleri YÖK ile kontrol altında tutmak isteyen antidemokratik bir anlayışın ürünüydü.
Medyadaki herkesi bir kalıba uymaya zorlayan tutum hain FETÖ’nün bir vakitler iradelere ipotek koymasına benzemiyor mu? Akıl ve iradeler başka yere teslim edildiği için öfkelenmiyor muyduk? FETÖ’nün kurduğu kumpaslarla bir insanı hiç içinde olmadığı dalaverelerle itham etmenin ne farkı var? Ahlaki yozlaşma başka nasıl olsun ki… Küfür ve hakareti marifet sananlar zaten bu yazının muhatabı olamazlar, onları anmaya değmez.
Bir uçurumun eşiğindeki şaşkın kimselere benzeyenler ne kadar çok şu sıralar medyada. Karşı tepelerdeki ışıkların cazibesine kapılıp eşiğinde durdukları uçurumu unutanlar…
Bu ahlak bunalımı bana Amin Mouluf’un “Doğu’dan Uzakta” adlı romanından daha önce de aldığım bir ifadeyi hatırlattı. Bu kitabı tanıtırken vaktiyle şöyle yazmıştım:
“Çok dikkate şayan değerlendirmeleri var Yazarın. “Ahlakın yerine dini geçiren insanların sayısı durmadan artıyor” yargısına ihtiyatlı yaklaşmak gerekir belki, çünkü ‘din’ derken bu kavrama nasıl bir içerik yüklediğini tam olarak bilmiyoruz. Fakat “Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçları kalmamış gibi davrananlar…” (s.242) cümlesini okuyunca siz de irkilmez misiniz?”
Anlayamadığım bir husus var. Bizdeki eğitim sisteminin batı kaynaklı olduğunu söyleriz. Dolayısıyla zihinlerin o doğrultuda davranmasını bekleriz. Öyle olmuyor ama. Ne bir batılı tipi çıkıyor ortaya ne bir Müslüman tipi. Batı tipi eğitimi de beceremiyoruz ki bizim okumuşlarımız bir batılının günlük hayatındaki ahlaki normlardan bile mahrum oluyor. Bir Müslümanın sahip olması gereken ahlaktan söz etmiyorum. Zira ‘ahlaklı Müslüman’ gibi bir tabirin ne kadar anlamsız olduğunun farkındayım. Kısacası bugün bizim medya meddahları ne bir batılının sahip olduğu medya etiğine ne de bir Müslümanın gözetmesi gereken hak ve hukuk anlayışına sahipler. Çocukken yapılan bir yanlışlığa “hakkım kalsın” diye tepki gösterirdik. Şimdi bu kavram da ayaklar altında… Oysa kul hakkı deyince şöyle bir durmak gerekmez mi?
Bugünlerde ben “ahlak” konulu kitap ve yazılara merak saldım. İki yazıdan bahsetmek isterim. Prof. Durmuş Günay, “Ahlak problemini çözmeden hiçbir problemi çözemeyiz” başlıklı yazısında hem felsefe açısından hem başka açılardan ahlak ve etik kavramları üzerinde duruyor. Beni çok ilgilendiren kısmı medya etiği ve gazeteci ahlakı ile ilgili söyledikleri oldu. Yazı şu satırlarla bitiyor:
“Eğer bir toplum yaygın ahlaki zaafiyet içindeyse, çürük tuğlalarla bir bina inşası mümkün olmadığı gibi sağlıklı işleyen sosyal kurumlar inşa edilemez. Hangi yasayı çıkarırsanız çıkarın, hangi kuralı koyarsanız koyun, iyi niyet ile uygulanmak istenmiyorsa istismarının bir yolu bulunabilmektedir.”
Yıldıray Oğur’un yazısı, ben kendi yazımı neredeyse yarılamışken düştü önüme. Fazla detaya girmeye gerek yok. 10 Ocak tarihli yazıdaki şu satırların altını çizmek istedim:
“Türkiye’de siyasi kavgaların çoğu artık sadece siyasi kavga olarak yaşanmıyor, insanların karakterlerinin ve ahlaklarının test edildiği sınavlar olarak da yaşanıyor.
Ahlak, erdem, hikmet, marifet gibi kavramlar, değerler kavram olarak kitaplardan okunulabilir, nasihat olarak verilebilir, işitilebilir, entelektüel ortamlarda cümle içinde sık sık kullanılabilir.
Ama bunların hiçbiri kimseyi ahlaklı, erdemli, hikmetli ve arif yapmaya yetmiyor.
Bu değerler ancak zor zamanlarda hayatla test edildiklerinde, o testi geçen insanlarının adının önüne ahlaklı, erdemli, hikmet sahibi ve arif sıfatları olarak eklenirler. Bu da kolay olmaz, o sıfatları hak etmek için önce pek çok ithamı, iftirayı sıfat olarak işitmeyi de göze almak gerekir.”
Ahlakla ilgili üç kitap var masamda. Aslında siz Kur’an ve Hadis kitaplarını da dâhil edebilirsiniz.
Birincisi Kınalızâde Ali Çelebi’nin Ahlâk-ı Alâî adlı kitabı. Kınalızâde’nin ağır Osmanlıcası okunmasını biraz zorlaştırıyor. Günümüz Türkçesiyle de çıktı bu kitap. Hazret, “âfât-ı kelâm” başlığı altında yirmi âfet sayıyor ki sanki bugünleri okumuş diyesiniz geliyor, s.249.
Masamdaki bir başka kitap Leslie Lipson imzalı. “Uygarlığın Ahlâki Bunalımları” adlı bu kitabın bir de alt başlığı var: “Manevi Bir Erime mi? Yoksa İlerleme mi?” Kitabın adı zaten yeterince açıklayıcı. Her ne kadar yazar konuları medeniyet kavramı etrafında ele alıyorsa da yine de insan ahlak ilişkisi bakımından önemli tespitleri var.
Nihayet Nurettin Topçu’nun kitapları… Benim elimin altında Ahlak Nizamı adlı kitabı vardı. Onun sadece bu kitabı değil başka kitapları da ahlak üzerinde derinlemesine durur.
Yazıyı Peygamberimizin hadisiyle bitirelim: “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”
muhterem ağabey
kaleminize,hafızanıza,dilinize sağlık..