Türkiye, 15 Temmuz’da büyük bir badire atlattı. Uçurumun kenarından döndü. Döndü ama başka uçurumlardan sakınmak için yapılması gerekenler var. Eğer milletimizin basiretiyle atlatmış olduğumuz bu sıkıntıdan gerekli dersleri çıkarmaz ve işin hamaset tarafında kalırsak başka uçurumlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olur.
FETÖ’cülerde yanlış bulduğumuz noktaların başında ortak aklın göz ardı edilmesi geliyordu. FETÖ bağlıları elebaşlarının ilahi mesajlara muhatap olduğunu söyleyecek kadar sapıklık içindeydi. Bunu da televizyonlarındaki dizi filmlere yansıtma derecesine getirmişler, içlerinden bir kişi bile ‘ne oluyoruz’ dememişti. Böyle bir topluluğun dalalete düşmesi kaçınılmazdı. İstişare mekanizması hiç yoktu bunlarda. İşlerini istişare ile götürmeyi hiç düşünmediler. Toplu halde akıl ve iradelerini bir kişiye teslim ettiler. Hiçbir şeyi sorgulamadılar. Sıradan insanları bırakın, hak hukuk dağıttıklarını zannettiğimiz hâkimler bile akıl ve iradelerini malum yere teslim ettiler.
Yaşadıkları ve bu millete yaşattıkları musibet ile akılları biraz olsun başlarına gelen FETÖ’cüler bile, tabii varsa böyleleri, Allah’ın kullarına en büyük nimetlerinden olan akıl ve iradelerini bir kişiye teslim etmelerini, sorunun kaynağı olarak görüyor olmalılar. Zira bunca olup bitenden sonra bu teslimiyetin, kendilerini elebaşlarının ilahi mesajlara muhatap olduğunu söyleyecek kadar sapıklığa sürüklediğini anlamış olmaları umulur. Oysa bu insanların tamamını yönetimde istişareyi emreden bir Kitap’a ve hayatı sayısız istişare örneği ile dopdolu bir Peygamber’e iman etmiş bilirdik biz. Bu insanların büyükçe bir bölümü inandıkları Kitap’ta yanlış yolda ısrarın dönüş yolunu kapatacağı uyarısının defalarca yapıldığı bilgisine de sahiptiler galiba. Yazıklar olsun ki sahibi oldukları bilginin doğruluğunu 15 Temmuz’da yaşayarak gördüler.
Tutulan yol da takınılan tavır da ne insani, ne İslami, ne de demokratik idi. İnsani değildi çünkü iradeler ipotek altına alınmıştı. İslami değildi çünkü istişare diye bir kavram lügatlerinde yoktu. Demokratik olmadığı zaten aşikâr ve izahtan vareste.
Şimdi FETÖ’den bunca şikâyet içindeyiz madem o halde aynı hatalara düşmekten sakınmak gibi bir ödevimiz var demektir. Yalnız bu ödevin iyi yapılabilmesi için, kurumsallaşmış bir istişare mekanizmasına ve özgür bir tartışma ortamına ihtiyaç var. Varılacak ortak aklın karara dönüşeceği istişare, ehil insanlarla yapılmıyorsa, kararlar serbestçe tartışılamıyor ve açılan her ağız bir vesile icat edilerek kapansın isteniyorsa maksat hâsıl olmaz, olamaz. Ortak aklın kapalı kapılar ardında tezahürünü beklemek olmaz. Böylesi bir beklenti, ‘sen gel söyle ama biz bildiğimizi okuyalım’ demekten öte bir mana taşımaz. Küçük grupları ilgilendiren hususlar için geçerli olabilecek şeyler ülke meselelerine şamil edilemez.
FETÖ’nün istişare, özgür tartışma, denetim gibi kapıları bilerek, isteyerek, yani taammüden kapattığını şimdi herkes görüyor. Şeffaflığı ve denetim imkânlarını yok eden bu ortam FETÖ’nün yaşam ortamı idi. Böylece hayır niyetine para pul verenleri öylesine kandırabiliyorlardı ki ‘ne yapıyorsunuz aldıklarınızı’ diye soran bir kişi bile çıkmadı. Toplu bir gaflet hali miydi, bana sorarsanız, evet. Oysa hesap veren sivil toplum kuruluşlarına insanlar yardım yağdırıyorlar bilinçli toplumlarda, vermeyenlere de itibar etmiyorlar.
Yönetim bilimleri ile uğraşanlar en nitelikli güvenin, denetime dayalı güven olduğunu söylerler. Nitekim denetim mekanizması olmadan bir kurumun sürekliliğini sağlamak mümkün olmuyor. Denetim hesap vermekten çekinmeyenler için çok da yararlı oluyor. Bir yerde ister kişi ister kurum olsun hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmenin aracı değil mi denetim, ya da eskilerin tabiriyle murakabe? Bir zamanlar Avrupa Birliğine girmeyelim ama o prensiplere sahip olalım söylemi çok revaçtaydı. Bu amaç görünürde güzel olsa da ‘o prensiplere sadakatin temini ancak Birlik içinde bulunarak sağlanabilir’ fikrini savunanlar daha haklıydı bana göre.
FETÖ sebebiyle ülkemizin içine düştüğü sıkıntıları aşmanın yolu hukuk konusunda gösterilecek titizlikten ve demokratik prensiplere bağlı kalmaktan geçiyor. Sık tekrarladığımız bir husus var. Eğer Türkiye uluslararası kurumlarla işbirliğine devam edecekse çıkardığı kanun ve kararnamelerin muhtevasına çok dikkat etmek zorunda.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hüküm giymemiş olanların tek tip elbiseye zorlanamayacağını açıkça hükme bağlamış durumda. Biz bu konuda ısrarcı olursak yarın çok sayıda davayla yüz yüze gelir ve milyonları bulacak tazminatları ödemek zorunda kalırız. Öyle değil mi? Tutukluların giyim kuşamını, görülen sakıncaları giderecek kurallara bağlamak ve bunu ilgili cezaevi yönetimi kanalıyla sağlamak düşünülemez mi?
Büyük bir nezaketle yapılmış iyi niyeti ve haklılığı apaçık eleştirilere bile tepki verirken terbiye sınırlarını aşanlara, hakaret ve küfre varan ifadeler kullananlara, fitne ve fesat kavramlarını cahilce sarf edenlere ilişkin değerlendirmeyi bu yazıyı okuyanlara bırakıyorum.
Allah kitabında 700’ü aşkın sayıda “düşünün, akledin, tefekkür edin, ibret alın” diyor. Bu mesaj hepimiz için…