Son dönemde tartışılan kurumlar arasında üniversiteler ve meslek odaları öne çıkıyor.
Üniversiteler bilimsel faaliyetleriyle değil çalışanlarının kadro ve unvan meseleleriyle işgal ediyorlar gündemimizi. 2023 hedeflerinden ve yüksek katma değeri olan ürünlere olan ihtiyacımızdan söz ediyoruz. Bunun için lisansüstü öğretime özel bir önem verilmesi gerektiği de ayan beyan ortada. Yüksek lisans ve doktora öğretiminin beklediğimiz sonuçları hâsıl edebilmesi için bu faaliyetler içindeki öğretim üyelerinin kalitesini artırmak zorunda olduğumuz da su götürmez bir hakikat.
O halde üniversitelerle ilgili her düzenlemenin kaliteyi bir adım yükseltmesi beklenir. Şimdi gündemde olan konu yardımcı doçent kadrolarının kaldırılması, yerine doktor öğretim görevlisi kadrolarının ihdası. Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan düzenlemenin bu haliyle kaliteyi artırıcı değil aşağı çekici bir etkisi olduğunu üniversitelerde çalışmış olanlar kolayca kavrayacaklardır.
Bu noktada bir hususa daha parmak basmamız gerekiyor. Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’a bu konuda sağlıklı bilgi verilmiyor. Yükseköğretim konusunda bir danışmanı var mı, ben bilmiyorum. Eğer varsa önce devletin üniversiteleri doğrudan finanse etmek yerine öğrencileri finanse etmesinin ve üniversiteler arasındaki rekabet ortamını canlandırmasının esaslı bir reform olacağını anlatması gerekir. Eğer varsa böyle bir danışman, doktor öğretim görevlisi kadrosunun yardımcı doçentliğe göre daha alt bir seviyeyi gösterdiğini bilmesi ve ilgili yerlere söylemesi lazım. Eğer varsa böyle bir danışman, öyle bazılarının söylediği gibi yardımcı doçentlik için dünyada olmayan bir şey aldatmacasının aslını izah etmesi lazım. Hemen her yerde benzer unvanlar vardır. Öğretim görevlileri, genellikle piyasa tecrübesine sahip bilimsel çalışma yapma kaygısı ve yükümlülüğü olmayan kişilerdir. Oysa doktorasını bitirmiş kimselerden öncelikle beklenen bilimsel çalışma yapmasıdır. Bu çalışmalar onun doçentlik yolunda döşediği taşlar olacaktır. Ayrıca doktora, bir hoca nezaretinde yapılırken doktora sonrası çalışmalar doçent adayının kendi ayakları üstünde durabilip duramadığını da gösterecektir. Mevcut yardımcı doçentlerin doktor öğretim görevlisi kadrosunu bir tenzil-i rütbe olarak algılamayacaklarından emin olamayız.
Teklifle ilgili detaylı bir değerlendirme yapan YÖK eski üyesi Prof. Dr. Durmuş Günay’ın yazısını zikretmem gerekiyor. Doçentlik için yabancı dili bir engel olarak gören anlayışı ciddiye almak imkânsız. Kimilerinin doçent olmakta zorlanmaları akademik hayatın bu en önemli safhasının yozlaşmasına sebep olmamalıdır. Bakın Durmuş Hoca bu konuda ne diyor:
Mevcut sistemde, Doçentlik unvanının verilmesi, Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) tarafından yürütülmekte idi. Ve üç aşamalı idi. Yabancı dil sınavı, eser incelemesi ve sözlü sınav. Bu üç aşamada başarılı olmak gerekmekte idi. Önerilen sistemde, sözlü sınavdan ve yabancı dilden söz edilmemektedir. Ayrıca bilim sınavından da söz edilmemektedir (Teklifde, Madde 4). Şöyle deniliyor : “Üniversitelerarası Kurulca yeterli yayın ve çalışmaya sahip olduğuna karar verilen adaylara doçentlik yeterlik belgesi verilir”. Eserlerin incelenmesinden ve jüriden söz edilmemektedir. Yeterli yayın ve çalışmaya sahip olduğunun belirlenmesinden ÜAK’ın belirlediği puanlama sistemine göre adayın çalışmalarının puanlaması yapılacak, dolayısıyla bu maddeden eserlerin içeriğinin, ÜAK’ta bir jüri tarafından incelenmesi zorunluluğu yok diye anlaşılmaktadır.
Siz de duydunuz mu, bilmiyorum, şimdi bilimsel kongre turizminde bir artış var. Özellikle balkan ülkelerinde bilimsel kongre adı altında bütünüyle Üniversitelerarası Kurul’un istediği maddi şartların sağlanmasına yönelik toplantılardan söz ediyorum. Bunun ne kadar tehlikeli bir sürecin başı olduğunu bilmeyen yok. YÖK’ün performans kriteri adı altında bir uygulaması var. Bahsettiğim bilimsel kongre turizmini artıran hususlardan biri bu. Şimdi doçentlikte jüriyi ve bilim sınavını kaldırmak üniversitelerde kaliteyi artırmak mı demek oluyor?
Benim çok önemsediğim bir hususa bir kere daha değinelim: Prof. Günay’ın yazısından:
Doçentlik için dil puanı aranmamaktadır. Bu durumda, ÜAK, doçentlik yeterlik belgesi vermek için, adayın yayın ve çalışmalarının puanlamasını yaptıktan sonra “Doçentlik Yeterlik Belgesi” verecektir./ Teklifte, üniversitede Doçentlik kadrosuna atanma için jüri değerlendirmesinden bahsedilmektedir. Bu durumda eser incelemesi üniversitelere bırakılmış görünmektedir.
Yani doçent unvanını verme işi neredeyse bütünüyle üniversitelere bırakılmış gibi oluyor. Doğru mu bu?
Konuyu Prof. Atilla Yayla da detaylı bir şekilde ele almış. Bu yazıya da göz atmanızı öneririm.
Aslında esaslı çözüm personel rejimini değiştirmekten geçiyor ama şu sıralardaki atmosfer böyle bir reforma uzak olduğumuzu haykırıyor. Şu alıntıyla bu bahsi kapatalım:
Mevcut yükseköğretim sistemimizde, Doçentliğe yükseltilmede kurallar itibariyle önemli bir sorun bulunmamaktadır. Uygulamaya dair bazı sorunlar, jürinin adil davranmadığı, eserlerin jüri üyesi tarafından incelenmesinde gecikmeler olduğu, ideolojik değerlendirme yapıldığı gibi yakınmalar duyuyoruz. Bu sorunun çözümü için yasal bir düzenlemeye bile gerek yok, yönetmelik ile çözülebilir. Sözlü sınav kaldırılmamalıdır. Kaldırılması halinde doçentlik kurumu zayıflatılır. Akademik gelişim sürecini yaşamış olanlar, doktorada “Yeterlilik Sınavı” ve doçentlikte “Sözlü Sınav”ın yetişmelerinde ne kadar önemli rolü olduğunu bilirler.
Odalar Meselesi
Türk Tabipleri Birliğinin Afrin harekâtı münasebetiyle yayınladığı bildiri meslek odalarını yeniden gündeme taşıdı. Hükümet kanadı bu bildiriyi fazla ciddiye aldı. Hele ardından gelen Birliğin Merkez Konseyi üyelerinin gözaltı işlemi Türkiye’nin uluslararası camiada ölçüsüz eleştirilmesine yol açtı.
Bu konu meslek odalarının yapısını elden geçirmemiz ve daha demokratik bir işleyişe kavuşturmamız gerektiğini de gözler önüne serdi. Mesele, meslek kuruluşları yönetiminin bir başka anlayışın eline geçmesi olarak değil daha demokratik bir yapıya kavuşturulması olarak ele alınmalıdır. Demokratik bir toplumda hiç kimse kendi inanmadığı değerleri savunan bir kuruluşa üye olmaya hele hele oraya aidat vermeye zorlanamaz. Önemli olan çoğulcu bir anlayışla meseleye yaklaşmak ve kanunla belirlenecek sayıda kimselerin bir araya gelerek aynı meslek dalında yeni bir kuruluş tesis etmelerine imkân sağlamaktır.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Türk Tabipleri Birliğine bir hayli öfkelendi. Şimdi onun Meslek Odaları ile ilgili bir çalışma yapılsın diyeceğini zannediyorum.
Bilindiği gibi 27 Mayıs ve 12 Eylül Anayasaları kimi kurumlar olmadık anlayışların insiyatifine geçmesin diye sert tedbirlerle donatıldı. Bu manada yargı HSK, Hükümet MGK ve Danıştay, Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Mahkemesi, Üniversiteler de YÖK ile kontrol altında tutulacaktı. Sivil toplum kendi başına bırakılamazdı. Onun için de yarı resmi sivil toplum kuruluşları oluşturuldu. Meslek odalarında rejim kontrolünde bir tekel meydana getirildi ve alternatif odaların kurulması engellendi. Hatta bütün buralarda bir kaçak olması ihtimaline karşı da Cumhurbaşkanı olmadık yetkilerle donatıldı. Üçlü kararname fikri tamamen bu kaçakların önlenmesine yönelikti. Ak Parti Hükümetlerinin Ahmet Necdet Sezer döneminde bu üçlü kararnamelerden neler çektiğini hatırlayalım. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilirken kopartılan kıyamet bu son kontrol noktasının da elden çıkıyor olması ile doğrudan ilgiliydi.
Liberal Düşünce Topluluğunun 2011 yılında yayınladığı “Türkiye’de Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşları, Sivil Toplum ve Demokrasi” başlıklı rapor ve bu rapora bir sonsöz yazan Prof. Atilla Yayla’nın Serbestiyet adlı internet sitesinde çıkan “Yarı-resmî meslek kuruluşlarından doğan ahlâkî tehlike” başlıklı yazısı konuyu bütün hassasiyetiyle ele alıyor.
Şu anda Anayasa Mahkemesi üyesi olan Prof. Yusuf Şevki Hakyemez, söz konusu rapordaki yazısında konuya şöyle yaklaşıyor:
Aslında Türkiye’de meslek kuruluşlarının kamu tüzel kişiliğine sahip olmaları sayesinde devlet, kendi bünyesindeki bu tür örgütler aracılığıyla meslek mensuplarını kontrolünde tutmayı sağlayabilmektedir./…/ …sahip oldukları kamu tüzel kişiliği, kanunun öngördüğü zorunlu üyelik ve o meslek alanında tek kuruluş olmaları ve bunun rekabeti önlemesi nedeniyle kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları sivil toplum kuruluşu sayılamazlar. Meslek kuruluşlarının kendi mesleki alanlarında “tek” olmaları, alternatif meslek kuruluşlarının kurulmasını engellediğinden, çoğulcu demokrasinin gerekleriyle bağdaşmamaktadır.
Burada şu hususu hatırlamakta fayda var. Kamu kuruluşlarında çalışanların meslek kuruluşuna üyeliği isteğe bırakılmışken serbest meslek icra edeceklerin üyeliği zorunlu olmaktadır.
Atilla Yayla işin can damarına temas ediyor:
1982 Anayasasının meslek kuruluşlarıyla ilgili düzenlemesi her şeyden önce örgütlenme özgürlüğüne aykırı. Demokrasilerde bir örgüte üye olmak hak olduğu kadar olmamak da hak. Oysa bu düzenleme üyeliği zorunlu kılmakta.
Bir başka tarafı daha var işin:
Oda ve barolarda, Mosca’nın işaret ettiği “teşkilâtlı azınlıklar dağınık çoğunluklara hükmeder” kanunu işliyor ve bilinçli, kararlı ve organize azınlıklar dağınık çoğunluklardan baskın çıkıp yönetimi ele geçiriyor. Bir defa bunu yapınca da kolay kolay iktidardan uzaklaşmıyor, uzaklaştırılamıyor.
Hem odalar hem üniversiteler daha demokratik bir yapı ile daha çok hizmet üretebilirler.