Zaman makarasını ileriye sarmak mümkün mü sizce? Gaibi bilmekten bahsetmiyorum. Bilmem kaç yıl sonrasında yaşayan birisi bugünkü olayları nasıl değerlendirir diye merak ediyorum. Diyeceksiniz ki her hadiseyi cereyan ettiği dönemin şartlarını göz önüne alarak değerlendirmek gerekir. Eyvallah derim, itirazım yok.
Eğer adımlarımızı yarınları da düşünerek atıyorsak gelecekten bugünlere bakacakların hakkımızda verecekleri hükümler için kaygılanmak gerekmez…
Geçmişte yaşananların bugünlerde nasıl değerlendirildiğine bakarsak meselenin çok basit olmadığını daha iyi anlarız. Yarının gözlemcilerinin hakkımızda verecekleri hüküm hem şahsımızı hem de temsilcisi olarak mühürlendiğimiz dünya görüşünü ilgilendiriyor. Tanıdığım nice insan var ki söz ve eylemlerinde bu inceliği gözetmeye dikkat eder.
Tarihin zabıt kâtipleri her şeyi bir bir not ediyor. Tek parti uygulamalarından ne kadar şikâyetçi olduğumuz ortada değil mi? O uygulamaların sahiplerini hayırla yâd ediyor muyuz? İstiklal mahkemeleri bugün nasıl görülüyor? Ya 27 Mayıs’ın Yassıada mahkemeleri… Ne Cemal Gürsel’i seviyor bu millet, ne Salim Başol’u.
12 Mart ve 12 Eylül yargılarını yerden yere vurmayan kaldı mı? 28 Şubat’ın brifing talimatlı hakimlerinin verdiği kararlar az mı can yaktı? Bugün hala o dönem yargısının kararlarıyla hapis hayatına devam edenler var maalesef.
Ak Parti kadroları, adaletin ne kadar önemli olduğunu kavradıkları için Partinin adında adalete vurgu yapma ihtiyacı hissetmişlerdi. Adalet ve Kalkınma Partisi, halkın önemsediği iki değer üzerine bina edilmişti. Adalet ve toplumsal kalkınma ya da toplumsal refah… Muhafazakâr yapısı Ak Parti’yi her alanda adil olmaya ve herkes için fırsat eşitliği yaratmaya mecbur kılıyordu. Emaneti ehliyet sahibine verecek ve başarıyı kıstas alacak bir yönetim vaad ediyordu. Bürokratik oligarşiyi alt etmenin yolunu başarıyı ödüllendirmek diye açıklamıştı Ak Kadrolar.
Bu ideallere doğru yol alırken karşılaşılan engellerden biri FETÖ dediğimiz yapının yargı içindeki manipülasyonlarıydı. Ergenekon adı altında yürütülen davalardaki kumpaslar, gerçekten darbe niyetleri olanlarla masumların aynı tekne içinde ele alınmasına ve davaların sulanmasına yol açtı. Soru hırsızlığı ve adam kayırma gibi hainlikler yargıya olan güveni iyice sarstı. Ardından gelen 17-25 Aralık yargı kılıflı darbe teşebbüsleri yargıya olan güveni bir kere daha alt üst etti. 15 Temmuz uğursuz darbe girişimi yargı açısından Türkiye’de yeni bir dönemin başlamasına vesile oldu. Yargı camiası içindeki karmaşa, davaların seyrini de önemli ölçüde etkiledi.
Kararları beğenilmeyen hâkimlerin yer değiştirme talepleri olmaksızın başka yerlere gönderilmeleri ve benzeri içe sinmeyen uygulamalar bugün de yargı üzerinden bazı şeylerin gerçekleştirildiğini gösteriyor.
Son dönemde bunun örneklerini görüyoruz. Şahsen gelecekte bu kararları irdeleyenlerin bugünkü kadrolar ve yönetim mekanizmasında görev alanlar için söyleyecekleri acı sözler benim bugünden içimi acıtıyor. Hukukçu olmadığım için detaylarına girecek değilim.
İzlediğim bazı davalar var. Bu davalardaki haksızlıkları yazamam, zira muhakeme edilenlere bir zarar gelir korkusundan âzâde değilim.
Anayasa Mahkemesinin Şahin Alpay ve Mehmet Altan kararının ağır ceza mahkemesince yok sayılması, gelecek nesillerin bizi hukuka saygısızlıkla ithamına vesile olur diye endişedeyim. Bu konuyu Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Mahkemesi başlıklı yazıda ele almıştım, dolayısıyla tekrarlamak gerekmez.
Altan Kardeşler ve Nazlı Ilıcak hakkında verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası için de aynı endişem var elbette. Bu kişilerin ne tavırlarını, ne söylediklerini, ne yazdıklarını, hele hele de onulmaz Tayyip Erdoğan düşmanlıklarını tasvip etmek mümkün değil. Demokrasiyi savunurken Ak Parti’ye ve Tayyip Erdoğan’a düşmanlık şart mıdır? Biliyorum, 28 Şubat döneminde Ahmet Altan’ın yazıları içimizi soğutuyordu. O zaman da demokrasi adına yazıp çiziyordu. FETÖ’nün yayın organlarındaki konuşmaları demokrasi vurgusundan çok Ak Parti karşıtlığıyla kalmış aklımda. Ben 17-25 Aralık sonrası FETÖ ile ilişkisini sürdürmüş olanların ya hain ya da hadiseleri teşhis ve muhakeme kabiliyetlerinde bir zaaf olduğuna inananlardanım. Bu tanımın başka adı var ama gelin ben onu zikretmeyeyim. Bütün bunlara rağmen bu isimlere verilen cezayı anlamsız buluyorum. Toplumsal müeyyide mekanizmasına havale edilmeliydi bu kişiler. Ömürleri boyunca FETÖ’yü kavrayamayan zavallılar muamelesi onlar için daha büyük bir cezaydı.
Bugünden geleceğe baktığımda o zamanın hukukçularının bu karar hakkında ne düşüneceğini hayal ettikçe ürperiyorum.
Türk asıllı Alman gazetecinin serbest bırakılması işini ben anlamadım. Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ı zor duruma düşürmek değil mi bu iş? Onun vaktiyle bu adam için terörist dediğini biliyoruz. Acaba Cumhurbaşkanımıza vaktiyle yanlış bilgi mi verilmişti? Üstelik serbest bırakılma tarzında da pek çok tuhaflık var. Başbakan Yıldırım’ın Almanya Şansölyesi Merkel ile yaptığı ve belli ki Deniz Yücel meselesinin de görüşüldüğü toplantıdan sonra bir iddianame üzerinden muhakeme bile edilmeden serbest bırakılmış olması, hukuk açısından bir şeylerin yanlış gittiğinin açık göstergesi değil mi? Ya adamı tutuklarken ya da serbest bırakırken yapılmış bir yanlış var…
Şimdi bu olup bitenlerden sonra Türkiye’de yargı bağımsız diyebilir miyiz rahatça? Nitekim Dünya Adalet Projesi’nin (World Justice Project-WJP) yakınlarda yayınladığı hukukun üstünlüğü göstergesinde Türkiye maalesef alt sıralarda yer alıyor. 113 ülke içinde 101’inci sıradayız. Değerlendirmeler kategorize edilmiş, sıralamada hep can sıkıcı yerlerdeyiz.
Öyle bir noktadayız ki, bir taraftan ne söylesen az geliyor ve yetmiyor, öbür taraftan ne söylesen çok geliyor ve lüzumsuz oluyor.
En iyisi şarkı söylemek: “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime/ Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime.”