Bir insanın hayatını anlamlı kılan nedir? Niçin yaşar bir insan? Ne uğruna onca güçlüğe katlanır? Sonunda varmak istediği yer neresidir?
Bu soruların cevabı tek değil elbette. Maksat cennete kavuşmak diyenlere Yunus Emre’nin güzel bir karşılığı var: “Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver sen anı/ Bana seni gerek seni.” Allah rızasını kazanmak cennete götürür insanı ama olsun. Birinde yaratana teslim olmak ve onu razı etmek gibi bir sevgi tezahürü arayabiliriz. Diğerinde ise sanki yaptıklarının bir karşılığı olmak lazımmış gibi bir hal var. Belki de sırrı şu bilmecede aramak gerekir: “Şeriat tarikat yoldur varana/ Hakikat marifet andan içeru.”
Ne de olsa günümüz insanı batı medeniyetinin baskın olduğu bir eğitim sisteminin içinden geliyor. Dolayısıyla her şeyin bir karşılığı olsun diye düşünmesi normal. O sebeple de cennet talebinde sıra dışı bir durum yok.
“Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” diyenler de olacak elbet. Onlar derinlemesine dinlense muhtemelen mutluluğun peşinde koştuklarını farkına varmadan anlatacaklardır.
Allah korkusuyla mı bulunur cennet, Allah sevgisiyle mi? Korku ile görülen her işte az da olsa bir gönül kırıklığı mevcuttur. O halde esas olan sevgidir.
Allah rızasını kazanmak ya da mutlu olmak için iki yol izlenebilir.
Her şeyden el etek çekip kendini bütünüyle ibadete verenler ya da ne bileyim mesela bahçesini güllük gülistanlık hale getirmekten başka bir faaliyete kapalı olanlar var bir tarafta. Mutluluğu arayıp bulmak önemlidir onlar için ve bunu da kendi başlarına başarmak için çırpınırlar.
Bir tarafta da kendini toplumun emrine sunup yararlı işler yapmaya çalışanlar ve Allah rızasını ya da mutluluğu bu yolda arayanlar…
O halde bu iki yol üzerinde gidenlerin hangisi olursa olsun saygıyı hak ediyor.
Fakat biz daha çok ikinci yol üzre olanlarla ilgiliyiz. Siyasetle kendini toplum emrine sunanlar, bir sivil toplum kuruluşunda gayeyi temin için koşturanlar, bir hayır işiyle uğraşanlar, tabiatın korunması için gayret gösterenler, eğitimi kendisine dert edinenler… Saymaya kalksak bitmez… Hepsi bir gaye peşinde…
Tarihte de böyle. Fatih Sultan Mehmed, “İmtisâl-i câhidû fillâh olubdur niyyetüm/ Dîn-i İslâm’un mücerred gayretidür gayretüm” derken esas gayenin cihat ve Allah rızası olduğunu vurgular gibidir. Allah ve Resulünün cihada dair emirlerini hatırlayanlar Sultan Fatih’in niyetini de tam yerine oturtacaklardır.
Tarihimizin saffet dönemi bu tür hikâyelerle doludur. Sultan Selim’in şu güzel sözü herkesin ama özellikle yönetim kademelerinin aklından hiç çıkmasa keşke… Vefatından önce yanında bulunan musahibi Hasan Can’a, yatakta bulunuşunu kast ederek “Hasan Can, ne haldür?” demiş, o da “Sultanım! Cenâb -ı Hakk’a tevecüh edüp Allah’la olacak zamandur” deyince Sultan Yavuz Selim’in dilinden, yaşanmaya değer hayatın sırrına ermiş bir bilge tavrıyla şu kelimeler dökülmüştü: “Ya bizi bunca zaman kimün ile bilürdün? Cenâb-ı Hakk’a teveccühümüzde kusur mu fehm ettün?”
Hasta hasta son seferine çıkan ve ömrünün çoğu at sırtında geçen Kanuni kendini hukukla bağlı hisseder ve Ebussud Efendinin fetvalarıyla birlikte öte dünya yolculuğuna çıkmak ister.
Tarihte gezinmek hepimiz için kolay ve zevklidir. Bugünleri konuşmak zorundayız ama… Hem konuşmayanlar hem de konuşturmayanlar açısından Allah rızası başka değerlerle yer değiştirmiş gibi. Kim kimin rızasını arıyor diye bakınca insanın aklı karışıyor. Çok kolay kullandığımız cümlelerden biri “Allah razı olsun”…
Ben bu işin bu kadar kolay olmayacağın düşünüyorum, kuşku içindeyim. Günümüz toplumunun dili ile eylemi tam bir uyuşmazlık içinde. Allah nasıl razı olacak bizden?
Günübirlik yaşayan insanların bu kadar çok olduğu başka dönemler de olmuş mudur, bilmiyorum. Bugünlerin yarını da var oysa… İnandığı değerlerin tam tersini savunanlar mı ararsın, inandığı değerler uğruna kılını kıpırdatmayanlar mı ararsın… Yarın hangi yüzle divanda boy gösterecekler…
Yaşanmaya değer hayatın peşine düşenler, yaşama sevincine zirve yaptırmak isteyenler, mutluluğu arayanlar sözüm size, önünüzde kişisel ve toplumsal plan olarak iki yol var. İkisi de muteber. Fakat ille de ikincisi…
Zaman zaman kötümser duygular baskın çıkıyor insanda. Kişisel ve toplumsal sorunlar insanı bir ümitsizlik deryasının içine yuvarlıyor. Yaşama sevinci kayboluyor. Hayat anlamsız hale geliyor. Yaşanmaya değer hayat yokmuş hissi gelip bir yerlerinize oturuyor. Kendi kendinizi muhasebe ediyorsunuz ve o meşum tatminsizlik duyguları sizi boğmaya kalkıyor. Ne söylesem az, ne söylesem çok diye düşünüyorsunuz. Ne yapsanız anlamsız hale geliyor, ne anlatsanız anlayacak muhatap yok sanıyorsunuz. Bela mimarı sanki tek yoldaşınız… Ümitsizlik yasaklanmamış olsa duracağınız bir durak yok…
Şeyh Galib ile bitirelim. “Kimi terk-i nâm ü şâne kimi îtibâre düştü…”
ÇIKARSAMA:
1-Yaşam oluş itibarıyla oldu-bittidir; zorun(lu)luktur.
2-Sürdürmek çoğunlukla zorluk, mutlak olarak ihtiyaç ve (kaçınılmaz) zayıflık içerisinde, yatıştırıcı öz telkinlerle, umuşlarla yine zorunlukla olabilir.
3-Yunus’un hatun, yerleşke tecrübesi/iştahı rahmet olarak normalin altında olduğundan doğal olarak cennet ikramlarından etkilenmez; “küçümser”. Bu kişiye özel bir durumdur; kıyasen anılmasının etkisi yoktur.
4-Yunus’un İlle de Allah’ı “sen” tabiriyle yanında, kendinde, yakınında, ayrılıksız/sürekli hatta paylaşmasız istemesi kişisel tecrübesi, tecrübenin giderek artan etkisi, çekimiyle bağlantılıdır; kıyasen anılması somut etkiler oluşturmaz.
5-Hakikat katmanlıdır; kabuk yarasız değil içindekinin de sonunu/ölümünü, geçiciliğini gösterir. Aynı zamanda içindekini verilen süreye veya tadıcısına nasip olana kadar korur.
6-Rıza da böyle kademelidir. Niyet derinleştikçe, yeni rıza katmanları belirir, zihinden işleyişe bağ kurar.
7-Şeriat, tarikat, hakikat…bunlar Yol’u tutmuş yolcunun niyet katmanlarıdır.
8-İçersinin dışarısı olduğuna ulaşan bilir; süreç sonucun “yokluğun” idraksizliğinden vardır, sürmektedir.
10-“Baskın olan”, kuşatandır. Kuşatandan dışarıya çıkılması “ancak Sultan ile” gerçekleşebilir; Sultan aşan/aştıran değil, Sultan her kuşatanın içinde bulunduğu tutandır.
11-“Karşılık beklemek” ihtiyacın eseridir; ihtiyaçlar evreni katmanlıdır; sonu yokluktur. “Bana Seni gereke, Seni” deyişi ,ihtiyaçlar evreninin “görülen” sonudur.Yani istemek ihtiyaçlar evreninin yakıtıdır.
12-Alış-veriş evrensel işleyişin ham halidir; tekamül bu zıtlığın dönüşümüyle işliyor.
13-“Baskın medeniyetin eğitim sistemiyle”, “etkisine kapınılan rüzgarın” arasındaki fark nicelikseldir.
14-Korku ve sevgi dört boyutlu evrenimizde zıtların birlikteliğinin bizdeki baskın halidir.Birbirinden ayrılamaz, birbirini dönüştürür.
15-Saygı ve hak ayrılamaz; Hak’kın içinde olan Saygınlığı hedefler doğrultusunda ayırmak Hak’ka değil Benliğe uygundur.
16-Allah’a yolculuk zihin ve bedenledir; beden zihni takip eder, öne geçemez.
17-Söz işe uygun olmazsa, inandırıcı olmaz; buyuranlar/yöneticiler söz ile değil, iş ile sınavdadır. İşin içinde söz, işin eksikliğidir; işi eksik kılar.
18-Ümitsizliği an’ın lütfunu yitirmenin ifadesidir; yerindelik aynı zamanda mutlak ümittir.
19-“Keşkeden” sonra ümitsizlik doğar.