Niyetim işin tadını kaçırmak değil. Ancak bazı şeyler vaktinde söylenmezse zihinlerde sadece yanlış izlenimler ve algılar kalıyor. İlkelerden, ideallerden çok karizma algısının ön planda olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına adaylık sürecinde gelişen bazı olaylar ve bunlarla ilgili söylenenler üzerine konuşmak gerçeklerin gün yüzüne çıkması bakımından önemli hale geliyor.
Aklı başında hiç kimse bir başkasına kayıtsız şartsız teslimiyet içinde bulunamaz. Akıl ve iradesini bir başkasına ne pahasına olursa olsun teslim edemez. Kişiler, olaylar ve fikirler konuşuluyorsa bunların kendi içerisinde bir erdem hiyerarşisine sahip olduğunu herkes bilir. Eğer tüm meseleler dünyanın merkezine konumlandırılan bir kişiye göre değer terazisine çıkarılıyorsa, burada tartışılacak bir şey kalmamış demektir, asıl felaket de bu olsa gerektir.
Bu anlamda Abdullah Gül’e “Tayyip Erdoğan seni kardeşim Abdullah Gül diyerek 2007’de cumhurbaşkanlığı için aday gösterdi, şimdi sen onun karşısına çıkmamalıydın” diyenlerin göz ardı ettiği bazı hususlar var. Bunu, Abdullah Gül’ü aday olmayı düşünmeye sevk eden sebepleri, en azından onun izah ettiği şekilde göz önüne almadan öne sürmek hakkaniyet sahibi bir kimsenin yapacağı iş değildir. ‘Kardeşim Abdullah Gül’ meselesi çoğu zaman hakikati bilerek örten kişi merkezli tarafgirliğin verimli tarlasında yetiştirilen bir ürün gibi duruyor. Bu tarlayı ekip biçenlerin kasıtlı olarak gerçekleri ters yüz ettiğini görüyoruz.
Biraz geriye gidersek…
Biraz geriye gidelim. Fazilet Partisi’nde, ahlaki duruşu muhafaza ederek parti siyasetine yapılan muhalefeti hatırlayalım. İşte burada kişilerin nerede konumlandığından itibaren ele alınacak bir konudur ‘Kardeşim Abdullah Gül’ meselesi. Bir tarafta her durumda inanç, fikir ve ilkelerin ateşten gömlek giymesini icbar ettiği kişiler, diğer tarafta inanç, fikir ve ilkelerin uğruna pespayeleştirildiği ve kullanışlı malzeme haline getirildiği kişiler. Bu ayrım istikrarlı bir şekilde varlığını sürdürdü ve bugün de sürdürmeye devam ediyor.
Erdemliler hareketi, parti içi mücadeleyi partiden kopma raddesine getirmeden Fazilet Partisi’nin kapatılmasından sonraki dönemde kendini Ak Parti olarak ifade ederken de yine Fazilet Partisinde seslendirilen ancak kongre kazanmaya kifayet etmeyen fikir ve ilkelerle bezeli olarak yola çıktı. Tabiri caizse, Ak Parti treni yola çıkarken kimlerin nerede durduğu, kimlerin trenin yakıtını tedarik ettiği, kimlerin treni harekete hazır hale getirdiği ve kimlerin trene ne zaman atladığı nisyan ile malul beşer hafızasından kayıp gitmiş görünüyor. Erdemliler hareketindeki erdem sahibi kimselerin, hakikatleri yüzlere çarpmayacağına olan güven ve garip bir durum ama hakikati nezakete kurban edeceklerine olan kesin inanç aldatmacanın temelini oluşturuyor.
Şunu not edelim: 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi iki aşamalıydı. 2007 seçimlerinin öncesi ve sonrası. Öncesinde Ak Parti grubunun “ya Tayyip Erdoğan ya Abdullah Gül” şeklinde müthiş bir baskısı vardı. Hatta Bülent Arınç “ikinizden biri aday değilse ben adayım” diyerek başka yol olmadığını grup adına haykırıyordu. Bu safhada Abdullah Bey’in Tayyip Erdoğan’a “siz cumhurbaşkanı olun” dediğini herkes biliyor. Tayyip Bey, genel başkan olarak icranın başında kalmayı tercih etti ve “adayımız kardeşim Abdullah Bey” dedi. Kardeşlik hukukunun gereği buydu. Tıpkı Abdullah Beyin başbakanlığı sağına ve soluna bakmadan kardeşlik hukukunun bir gereği olarak Tayyip Beye devretmesindeki gibi.
Abdullah Gül’ün 2007 Nisan’ında aday gösterilmesinin ardından yaşanan, o günkü CHP ve Deniz Baykal’ın azgın tavrının, Anayasa Mahkemesinin hak ve hukuku ayaklar altına alan taraflı 367 yorumunun ve ordu komuta kademesinin 27 Nisan muhtıra küstahlığının zehirlediği atmosferde nefes almak ancak karşı bir muhtıra ile mümkün olabilmişti. Dikkat sahipleri için bu karşı muhtırada Abdullah Gül üslubunun ne kadar belirgin olduğunu görmek zor değildir.
367 garabetiyle cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekleşemeyince Abdullah Bey adaylığını geri çekti ve erken seçime gidildi. Seçimden sonra Ak Parti içinde bir grup güya istikrarı ve uzlaşma ihtiyacını bahane ederek eşinin başı örtülü olmayan bir aday arayışına girdi ve bunu açıkça yazıp çizmeye başladı. Ancak seçim gezileri sırasında halkın Abdullah Beye gösterdiği çılgınca alaka, Abdullah Beyi, sağına ve soluna bakmadan Dışişleri Bakanlığında düzenlediği bir basın toplantısında “halkın gösterdiği bu ilgiye kayıtsız kalamam, bunu görmezden gelemem” demek zorunda bıraktı ve böylece başka aday arayışlarının önü kesilmiş oldu. 28 Şubat’a karşı dik duruş sergilenmemesinin faturasını çok ağır kesen ve 27 Nisan’a karşı dik duruşu net bir biçimde ödüllendiren millet iradesi sonuca ulaştı. Bir diğer ifade ile her türlü sendelemeye, gelgitlere, tereddütlere rağmen, ‘millet iradesi’ Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı koltuğuna oturttu.
Kardeşlik hukuku önemli bir kavram elbette…
Daha yakına gelirsek…
%47 ile kazanılan 22 Temmuz 2007 seçimleri, zehirli havayı gaz maskesi ile savuşturmak yerine atmosferi temizlemeyi seçenlerin başarısı olarak tescil edildi. Gayrimeşru 27 Nisan muhtırası karşısında kimlerin dik durduğu, kimlerin geri adım atma yanlısı bir tavır takındığı o günlerin muhataralı havasında bir iç süreç olarak sütre gerisinde kaldı. İçeride farklı bakış açıları son derece tabii idi, ne de olsa galebe çalan düşünce ve takınılan nihai tavır Ak Parti treninin bu duraktan salimen ayrılıp yoluna devam etmesini sağladı.
Abdullah Bey, isteseydi 2014 gelmeden yeniden cumhurbaşkanı olmak için bir faaliyet içine girerdi. Ancak Tayyip Beyle bu konuyu konuştu ve onun bu arzusunu tabii bularak farklı bir tutum içine girmedi. Kardeşlik hukukunun gereğini yerine getirdi. Üstelik başbakanlık, genel başkanlık gibi başka türlü arayışlara da yönelmedi. Bunun zorlamayla değil tabii akış içinde gerçekleşmesini bekledi mi, bilmiyorum. Etrafına da bu konularda sır vermedi.
Görev süresi dolmadan bir gün önce Ak Parti Kongresinin toplanacak olmasının, Ak Parti MKYK’sında bile inanılmaz bir şaşkınlığa sebep olduğunu yakinen biliyorum. Yaygın görüş, Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül sinerjisinin Türkiye için elzem olduğu şeklindeydi. O günlerde bu zarureti ele alan onlarca yazı yazdım. Tayyip Erdoğan’ın bunu niçin istemediğini bugünkü tabloya bakınca anlamak zor değil. Kardeşlik hukuku burada çalışmadı.
Kimilerine göre, Abdullah Beyin, kardeşlik hukukunun zedelendiğini 2012’nin Ocak ayında gündeme gelen cumhurbaşkanlığı seçim kanunu tartışmaları sırasında anlaması gerekirdi. Zira bu tasarıya “2007 Anayasa değişikliğinden önce seçilmiş olan cumhurbaşkanları ikinci defa seçilemez” şeklinde bir madde eklenmişti. Bu, Abdullah Beyi huzursuz etti, zira hedef kendisiydi. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e, böyle bir maddeye ihtiyaç olmadığını, meselenin kardeşlik hukuku çerçevesinde çözülebileceğini anlattı. Adalet Bakanı yaptığı temaslardan netice alamamış olmalı ki Abdullah Beye sadece üzüntülerini bildirmek zorunda kaldı. Kanun Meclisten geçti ve Abdullah Bey veto etmedi. Anlaşılıyor ki, bu düzenlemeyi içlerine sindirenler onun nezaketinden emin idiler. Daha sonra bu hüküm CHP’nin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.
Ak Parti bir başkaldırıydı. Cumhuriyetin kurucu iradesini ve bu iradenin beka kaygılarını istismar eden, belirli bir zümreye gayrı meşru ciro eden, kaynağını bu sahiplenmeden devşirerek mütedeyyin insanları dışlama, horlama, aşağılama kibrine, küstahlığına ve hoyratlığına bürünen iktidar tekeline karşı kritik eşiği aşan bir başkaldırıydı. Ak Parti hareketi gücünü, kitlelerin mağduriyetinden ve hakperest oluşlarından alıyordu. Parti belgelerinde yazılı olan hususlar, beyanlar ve taahhütler referans noktası ve yükümlülük olarak hep yerli yerinde durdu. Bu ilkeleri ve siyaseti göz ardı edenlerin ‘dava’ arkadaşlarını üzeceğini bilerek kardeşlik hukukunun hiçbir yerine sığmayan bir anlayışla yukarda söz ettiğim kanunu gündeme getirmeleri tarih defterinin bir yerlerine kaydedilmiş olmalı.
Kardeşlik hukukuna konu olan olaylarda herkesin bilmediği başka hususlar da var. Hiç şüphe yok ki 17-25 Aralık, yargı ve yolsuzluk kılıflı bir darbe teşebbüsüdür. Hedefi de hükümettir. Arada ortaya saçılan ses kayıtları ve yolsuzluk iddiaları doğru olup olmamanın ötesinde hain bir maksat için kullanılmıştır. Bu iddiaları dinlemek bile istemeyen Abdullah Bey, özellikle Tayyip Erdoğan hakkındaki iddialara katiyen inanmaz, ihtimaller âleminde bile mümkün görmez ve onu her zaman bu bakımdan korumaya azami dikkat ederdi.
FETÖ konusu…
Madem söz buraya geldi, Abdullah Bey ve ailesini FETÖ ile ilişkilendirenlere söyleyeceklerimi de sıralayayım. Bu ailenin o grupla hiçbir yakın ilişkisi olmadı. Abdullah Beyin ilk gençlik yıllarından itibaren Büyük Doğu alakası herkesin malumudur. Dolayısıyla Büyük Doğu anlayışına sahip bir kimsenin oportünizmin, ahlaki olup olmadığına bakmadan her türlü fırsatçılığın, yalanın dik alasını makbul gören bir anlayışla beraber olması mümkün müdür? Çocuklarını bu grubun okullarına göndermemiş olması bir yana onların arkadaş halkası bile bu bakımdan hep dikkatle izlenmiştir. Üstelik Hayrünnisa Hanımın bu konudaki titizliği herkesçe malumdur. Abdullah Bey, İdris Naim Şahin’in İç İşleri Bakanlığını bildiğim kadarıyla Tayyip Beyi ikna ederek birkaç kere engelledi. Sonunda Tayyip Beyi kıramadı ve onayladı. FETÖ, Beşir Atalay döneminde yaptıramadığı bütün atamaları, İdris Naim Şahin döneminde başardı.
Abdullah Beyin yakın çalışma ekibi içerisinde, hele karar mekanizmalarının bünyesinde o gruptan hiç kimse olmadı. O grubu çok iyi teşhis etmiş olan dayısı Prof. Dr. Ahmet Satoğlu, her bir araya gelişlerinde bu konuda çok hassas olması gerektiğini hatırlatmaktan geri kalmadı. O da dayısının bu tembihini hiç unutmadı.
Bu grubun faaliyetlerine de katılmadı. Türkçe Olimpiyatları adı altındaki orta oyununa hiç itibar etmedi. Yurtdışındaki okullarla ilgili genelgesi ise içeriyle dışarının farkını bilmeyenlerce sürekli istismar konusu yapıldı. FETÖ’nün ele başı ile boy boy fotoğrafları olanlar Abdullah Beyi o hainlerle ilişkilendirirken hayâyı da, utanmayı da, Allah korkusunu da belli ki bir kenara bırakmışlardı.
Hakan Fidan’ın 7 Şubat 2012’de ifadeye çağrılmasıyla ilgili ne kadar öfkelendiğine tesadüfen o gün Köşkte bulunduğum için ben de şahit olmuştum. “Hakan Fidan’a katiyen gitmeyeceksin, gerekirse silahla karşı koyacaksın” dedim diye anlatmıştı. Buna ‘ihlaslı yalanlar’ uydurmaktan geri kalmayanlar oldu. O savcının Abdullah Beyin ısrarıyla nasıl bir muameleye tabi tutulduğunu bilenler bilmeyenlere anlatabilir.
17-25 Aralık olaylarında nasıl tavır aldığını Ahmet Sever’in kitabından aktaralım (s. 146-148): “Bir devlet içinde ayrı yapılanmalar asla olamaz./…/ (Memurlar) hiyerarşiye dikkat edecek, yani kurumları içinde ayrı bir dayanışma söz konusu olmayacak. Kurumun dışında başka bir yerden talimat, başka bir yere kurumun meselelerini taşıma gibi bir şey asla söz konusu olamaz.”
Nedim Şener ve İlker Başbuğ’un FETÖ kumpasıyla tutuklandıklarında da tavrını net bir biçimde ortaya koydu ve “kaygı duyuyorum” diye endişesini dile getirdi. Nedim Şener, tahliye edildikten sonra ‘o zaman bana sahip çıkan tek kişiydi’ diyerek “saygı duyuyorum” başlıklı bir yazı neşretmişti.
Burada 15 Temmuz ihanetine karşı gösterdiği reaksiyonu hatırlatmaya gerek var mı, bilmiyorum. O gün kimileri saklanacak yer ararken sağına soluna, önüne arkasına bakmadan darbeyi lanetleyen ihtişamlı öfkesi hala hatırlardadır. Tayyip Erdoğan’a verdiği bu desteği ‘kardeşlik hukuku’ ve ‘vefa’ kavramları içinde ele almamak için kıvrananlar yeniden çay dağıtmaya soyunarak vicdanlarını rahatlatabilirler.
Ortak akıl çoktandır devre dışı. Kardeşlik hukuku ile beraber dillere pelesenk olmuş bir de vefa kelimesi var. Artık anlayanlar için vefa mefhumu da yukardaki uzun satırlarda belli bir yere oturmuştur sanıyorum.
Vefa, ihanet, şunlarla bunlarla saf tutma ve benzeri bir sürü densizlik, saygısızlık, töhmet, iftira ve kokuşmuşlukla malul yaklaşım sahibi çevrelerin akl-ı selimden ne kadar uzaklaştıkları ortada. Bunlardan, ‘yanlış olan ne, siz ne demek istiyorsunuz’ veya ‘teklifiniz nedir’ demelerini beklemenin beyhude olduğu açık değil mi? Onlar, bilerek gözlerine perde indirmiş, kulaklarını tıkamış ve dillerini hakka tercüman olmaktan men etmiş süfli yaklaşımlarıyla taarruzlarını sürdüreceklerdir. Acı olan ise bu zavallılık değil de bu zavallıları susturabileceklerin olan biteni uzaktan izlemesi…
Referandumda tavır ve sonrası…
16 Nisan Anayasa Referandumunda Abdullah Gül’ü Tayyip Erdoğan’la birlikte hareket etmediği için kardeşlik hukukuna ihanetle itham edenlere bir önceki yazıda gerekenleri söylemiştim. Burada sadece şunu tekrarlayalım: 16 Nisan değişiklikleri denge ve denetleme mekanizmaları olmayan bir başkanlık sistemi getirmektedir ve Abdullah Bey bunu doğru bulmamaktadır. Bunları da Tayyip Beye detaylı bir şekilde anlatmıştır. O halde kendisinden bir ikiyüzlülük beklenemez. Gazeteci ve siyasetçi geçinen kimileri hala bu inceliği kavrayamıyor ve “o seni cumhurbaşkanı yaptı, sen niye ona referandumda destek vermedin” diyebiliyorlar.
Abdullah Gül’e olan sempatiyi yok etmek için neler yapmadılar… Münafıklarla işbirliği içinde diyenleri mi ararsınız, CHP’nin adayı olacaktı diyenleri mi? Bunu yapanlar da dindar kimlik arkasına sinip yapıp ettikleriyle insanları dinden soğutanların önde gidenleri.
Bir ucuz nokta daha var. Türkiye’nin içinde bulunduğu hali hem beğenmeyip hem de bu durumu yedi düvelin Türkiye aleyhine çalışmasına bağlayanlar… Ne diyeyim ben bu basitliğe, bilemiyorum.
2003 yılında Abdullah Bey’in bir Avrupa Konseyi ziyareti olmuştu. Orada yaptığı konuşma çok beğenilmişti. Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin denetiminden çıkıp AB ile müzakerelere başlayabilmesinde o ziyaretin çok önemli bir rolü olmuştu. Mehmet Ali Birand da “Strazburg’da o gün çocuklar gibi şendik” başlıklı bir yazıya imza atmıştı. O yazının sonunda bir uyarı vardı: “… demokrasi hep gelişen bir süreç. Bunu izleyip ona göre değişmemiz gerek. Bu iş bitti diye düşünürsek, 10-15 yıl sonra gene sıkıntı yaşarız.”
Ne dersiniz, bugünlere uyuyor mu? Avrupa Konseyi’nin bizi yeniden denetime aldığını da hatırlayalım bu arada.
Bir notla bitirmek istiyorum. Bu yazının daha anlamlı hale gelmesi için bu sitede çıkan “Abdullah Gül’ün söylemleri etrafında…” ve “Abdullah Gül’e dair” başlıklı önceki iki yazıya göz atmak faydalı olacaktır.