Üniversiteler ve reklamlar
Şu sıralar üniversite reklamları aldı başını gidiyor. Sizin de dikkatinizi çekmiştir sanrım. Nerede yüksek tahsil yapacağına karar vermeye çalışan öğrenciler için yol gösterici mi bu reklamlar acaba? Gerçeklerle ne kadar uyuşuyor? Burs önerileri öğrenciler için cezbedici bir unsur. Daha pek çok noktaya vurgusu var üniversitelerin öğrencileri ikna etmek için.
Türkiye’de çok az öğrenci kendi istediği bölüme girme şansı buluyor. Bu, başlı başına bir sorun.
Elbette Türkiye gibi çok sayıda gencin üniversite tahsili yapmak istediği bir ülkede herkesin talebine bire bir karşılık vermek zor… Hele üniversite öncesi eğitim bir süzgeç vazifesi görmüyorsa bu, daha da zor…
Okul öncesinden başlayarak üniversiteye gelinceye kadar öğrencilerin kabiliyetlerini tespit etmek ve bir mecburiyet olmaksızın kademe kademe yönlendirmek çok mu zor, bilmiyorum. Ancak eğer her alanda verimliliği arttırmak gibi bir derdimiz varsa buna mecburuz.
Üniversitelerle ilgili göz önüne alınması gereken pek çok husus var. Ben de burada sık sık ele alıyorum bu noktaları. Üniversitelerin finansmanı bunlardan biri. Bunun da iki veçhesi var.
Biri çalışanlarıyla ilgili. Öğretim üyeleri olsun, idari memurlar olsun, hemen hemen hiçbir kayda bağlı olmaksızın emeklilik yaşına kadar çalışma hakkına sahip. Elbette konuyu genel devlet memurluğu statüsünden ayrı düşünmek zor ama bu anlayışla üniversitelerin gelişmesini ve ülkeye bir katkı yapmalarını beklemek olmaz.
Finansman meselesinin bir diğer yönü genel bir çerçeve içinde ele alınabilir. Şu anda devlet, üniversitelere bir bütçe tahsis ediyor, üniversiteler de kısmi bir özerklik içinde bunu kullanıyor. Acaba şimdilik bu bütçenin bir kısmını doğrudan öğrencilere verip üniversite seçmelerini sağlamak bir yol olarak kullanılabilir mi? Biz üniversiteleri nasıl rekabet içerisine sokacağız? Çünkü yarışma olacak ki, arkasından gelişmeyi beklemeye hakkımız olsun. Hiçbir rekabet unsuru yoksa gelişme bekleyemeyiz. Şunu ummak durumundayız. Öğrenci iyi üniversiteyi, fakülteyi, bölümü seçmeye yönelecek elbette. Bahsettiğim yöntemin geliştirilmeye açık pek çok yönü var. Ama bunları düşünmek zorundayız. Şimdi Türkiye’nin her yerinde üniversite var. Nasıl gelişecek bunlar? Rekabet ister istemez liyakatin önünü açacaktır.
Liyakat ve ahlak
Her ne kadar kavramlara kıyan bir ortam içerisinde bulunuyorsak da yine de yüreği yanıklar olarak bunları asli manalarına kavuşturmak gibi bir görevimiz var.
Liyakat bunlardan biri. Bizim bildiğimiz liyakat kavramı, günümüzde prensiplere değil emirlere sadakat olarak yeni bir anlam kazanmak üzere. Bunun önüne geçmemiz gerekiyor. Liyakat sahiplerinin itibar görmediği bir toplum ahlaki bunalım içerisinde demektir. Liyakat sahiplerini takdir yetkisini kişilere değil kurallara bırakan mekanizmaların önemini de atlamamış olalım.
Bugünlerde karşı karşıya olduğumuz problemlere de uygulayabilirsiniz bu sözleri.
Faiz, döviz, enflasyon
Faizler %25’lere doğru gidiyor. En hassas olduğumuz konu değil miydi faiz meselesi? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan kaç defa bankaları faizleri düşürmeye çağırmamış mıydı? Ne oldu da faizler bu kadar arttı? Nerede yanlış yapıyoruz?
Enflasyon bırakın tek haneli değerlerde kalmayı, yukarıya doğru tırmanıyor, tüketicide %15, üreticide %25, aradaki fark hiç olmadığı kadar büyük. Bunun anlamı açık. Üretici henüz fiyat artışlarını ürünlerine yansıtmadı. Böyle gider mi, zor. Ne oldu da enflasyon bu kadar arttı? Nerede yanlış yapıyoruz?
Liradaki değer kaybı bu gidişle birbirini takip eden karmaşıklıklara yol açmasın diye duaya başlamalıyız gecikmeden… Ben bu yazıyı göndermeye hazırlanırken bir dolar 5.56 Lira idi. Bir yerde yanlış mı yaptık yoksa? Daha önce başardığımız pek çok şeyi şimdi niye elimize yüzümüze bulaştırıyoruz? Zaten orta gelir tuzağına düşmüştük. Şimdi de liradaki değer kaybı sebebiyle fakirleşiyoruz. Bu gidişle G-20 dışında kalırsak şaşırmayalım. Liradaki değer kaybı sadece dolar karşısında değil, başka ülkelerin paraları karşısında da sürüyor bu durum.
Komplo teorileriyle bana itiraz edecekler kusura bakmasın. Bir zamanlar üst akılla her şeyi izah etme basitliğine düşenler şimdi de ‘yedi düvel bize karşı’ sığ suları içinde yüzmeye çalışıyorlar.
Acaba bütün bu sıkıntılar liyakate yeterince önem vermediğimiz için mi geliyor başımıza? Böyle durumlarda suçu bürokrasiye yıkan anlayışa katılmak mümkün değil. Bürokrasiyi yönetemiyorsak o da bizim kabahatimiz. Benim burada söylediklerimin kat be kat fazlasını Aydın Ünal’ın Yeni Şafak’taki yazısında bulabilirsiniz. O bile mevcut durumu izahta zorlanıyor. Ondan sadece iki paragrafı alayım buraya:
AK Parti’nin 16 yıllık başarısının altında, özgürlük mücadelesini ve ekonomik kalkınma mücadelesini bir arada götürebilmiş olması yatar.
Kabul edelim ki, AK Parti dönemlerinde ekonomi, kahrolası piyasanın kurallarıyla büyüdü. En zor zamanlarımızda kahrolası piyasaya güven verdiğimiz için ekonominin dengeleri muhafaza edildi. Piyasa Türkiye’ye, Türkiye’nin iktidarına, Türkiye’nin ekonomi yönetimine güvendiği için geldi, para getirdi, buraya yatırım yaptı.
Ne yani, hem de Aydın Ünal piyasa şimdiki ekonomi yönetimine güvenmiyor mu demek istiyor…
Brunson, Deniz Yücel, Büyükada, Osman Kavala
İnsan Rahip Brunson meselesinde ülkemizin düştüğü duruma üzülmeden edemiyor. Böyle birkaç dava var ki her seferinde kendimizi zora sokuyoruz. Hemen aklıma gelenler, Büyükada davası, Deniz Yücel davası, şimdi de Brunson davası. Belki zamanla Osman Kavala davasında da aynı akıbetle karşılaşacağız. Sekiz aydır tutuklu olan birisi için hala iddianame yoksa ortada, siz bir tuhaflık sezmez misiniz? Unutmayalım, adalet herkes içindir.
Bir önceki yazıda şunu da söylemiştim:
“Türkiye’den iki bakana yaptırım kararı din ve mezhep çılgınlığının nerelere varabileceğine bir örnek teşkil ediyor. Amerika’da bu yanlış adımlara dur diyecek mekanizmalar olduğunu sanıyordum.”
Bütün bu davaların yanlış açıldığını söyleyen çok. Hatta bu FETÖ davalarının hükûmeti ve Ak Parti’yi zor duruma düşürmek için açıldığını söyleyenler de oldu. Ben de doğrudan bu davaları kastederek yazmadım ama bildiğim başka davalara bakarak bir tuzak ihtimali gördüm. Bunu da “Dikkat bir tuzak var” ve “Evet, tuzak var…” başlıklı iki yazıda ele aldım. İlk yazıda şu noktalara vurgu yapma ihtiyacı hasıl olmuş:
“Şimdi FETÖ davası adı altında açılan pek çok dava geçmişteki her fiili “Silahlı Terör Örgütüne Üye Olma” adı altında ele alıyor. Böyle gider ve mahkûmiyetler çıkarsa bundan bilmem kaç sene sonra geçmiş günün bütün siyasetçilerini, bakanlarını ve hatta başbakanlarını hesaba çağıracak bir yanlış anlayışla yüz yüze gelebiliriz. Benim tuzak dediğim biraz da budur. Yargı, hain darbe teşebbüsüne bizzat katılanlarla diğerlerini ayırt etmek zorunda dersek abartmış olur muyuz? Üstelik bu işin yarını da var. AİHM bu davaları önünde bulunca bizim isteğimize göre değil evrensel hukuk prensiplerine göre değerlendirecek.”
Rahip Brunson, Büyükada ve Deniz Yücel davaları tuzak ihtimalini kuvvetle gündemde tutmamızın yararlarını göstermesi bakımından önemlidir. Yargının iyi çalışmadığına daha nasıl örnek istenir ki…
Kıydığımız kavramlardan biri de yargı bağımsızlığı… Olan biteni gözledikten sonra bu konuda ne söylesem az olur mu desem, ya da ne söylesem çok olur mu desem… Bilmiyorum… Sözün bittiği yere doğru gidiyoruz galiba…
Özgürlükler ve demokrasi ile ekonomik durum at başı gider mi diyorduk? İşte size mukayeseli özgürlükler tablosu. Türkiye 100’üncü sırada. The Economist’in demokrasi indeksinde çok daha fazla detay var.