Molla Kasım seni istiyor dediler. Ne kadar sevindim, bilemezsiniz. Çünkü onun çağrısı ya bana takdir hislerini bildirmek içindi, ya da beni, varsa bir kusurum, o kusurdan arındırmak içindi. İkisi de benim havalara uçmam için kâfiydi. Derhal koştum.
Yüz ifadesinden bir terslik olduğunu anladım… Kendi kendime ne yaptım gene ben diye mırıldandım. Buyur etti, yer gösterdi. Oturmadım, ihtiramla bekledim. O da bir müddet dalmış gibi durdu. Belli ki muhteşem edebi kelimelerini boğazına düğümlüyordu. O tavrıyla da bana “edeb ya huu” der gibiydi. Her zaman böyle sakin olmazdı. Bugün beni galiba sessizce sigaya çekecekti.
“Yazının sonu” dedi. Belli ki son yazımı kastediyordu. Çıkardım yazıyı çantamdan, koydum önüme. Bir daha okudum. Yazı şöyle sona eriyordu: “Biraz tefekkür vaktidir… Allah Resulü niçin terk etmişti Mekke’yi? Ne umuyordu Medine’den?” Kaldırdım başımı baktım Molla’ya. “Estağfurullah” diye mırıldandığını duyar gibi oldum. “Mekke’yi terk etmek” ifadesi edebe mugayir miydi? Kırdığım potu anlar gibi oldum… Galiba “Mekke’ye, tekrar dönmek üzere bir veda…” gibi bir ifade kullanmalıydım. Kâbe’nin bulunduğu mübarek yerler için ‘terk etmek’ fiili münasip düşmez miydi? Böyle şeyler konuşurken incelik, rikkat, zarafet ve nezaket ölçülerine dikkat etmek gerekir der gibiydi hüzünlü bakışıyla Molla Kasım.
Molla Kasım, hatamı kabullendiğimi fark edince biraz rahatlar gibi oldu. Çay ısrarını kıramazdım. Zaman zaman çok öfkelendiği olurdu. Bu sefer anlaşılamamaktan dolayı hüzünlüydü. Çok konuşmak istemediği belli oluyordu. Fakat bir taraftan da Peygamberin göçündeki hikmeti kavramamı istiyor gibiydi.
Onu gözlüyordum, ara ara dalıyor, dudakları kıpırdıyor, sonra bana sonsuz küçük bir zaman aralığında bakıyor, ruh halimi tartıyor ve söyleyeceklerinin tesir sahasını genişletmek istercesine uygun vakti bekliyordu. Ben yeni bir hataya düşmekten korkuyor, Molla Kasım’ın içinden Fuzuli’nin “Sehv imiş ol kim, seni biz ehl-i irfan bilmişiz” mısraını benim için tekrarladığını hissediyordum. Çay ikimize de iyi gelmişti galiba… Yavaş yavaş açıldı Molla, ben de kemal-i edeble dinlemeye koyuldum.
“Peygamberin asli vazifesi anlatmaktı, yani tebliğdi” diye başladı Molla. “Mekke’de bu vazifeyi ifa için gerekli ortam gittikçe kötüleşiyordu” diye devam etti. “Bu sebeple de arkadaşlarından bazılarını önce daha özgür ortamların bulunduğu ülkelere gönderdi, sonra onlara Medine’yi önerdi” şeklinde açıklama ihtiyacı duydu. “Bir şeyi gözden ırak tutma” derken merakım artmıştı, “Peygamber ifade özgürlüğünü örgütlenme özgürlüğü ile birlikte ele alıyordu. Mekke’de o dönemde buna da imkân yoktu. Ferdi olgunlaşmanın arkasından örgütlü bir yapı ile daha geniş topluluklara hitab etme görevi vardı Allah Resulünün.” Biraz durdu, söyleyeceklerini toparlar gibiydi. “Mekke’den Medine’ye sefer, bir özgürlüğe koşu seferiydi” diye vurguladı. “Örgütlenme ihtiyacı o seferin önemli bir tamamlayıcı parçasıydı. İslam medeniyetine giden yol bu seferle başlıyordu.”
Sözü günümüze getirdi. “Günümüzde Müslümanlar çok konuşuyorlar lakin eylemden yoksunlar” dedi. “Eylem…” dedim ben anlayamadığımı ima edercesine… “Dünyaya sunabileceğimiz iyi örnekler geliştiremedik hemen hiçbir alanda. Yönetim şekli olarak, ekonomik model olarak, toplumsal yaşayış biçimi olarak… Bunlar olmayınca sözler havada kalıyor… Oysa Peygamber Medine’de bunların hepsini hayata geçirdi… Kısaca her alanda iyi örnekler ortaya koyamayıp hamasetle yetinmek olmaz…” Uzun bir sessizlik oldu. “Bir şey anlatmak istiyorsan toplumun tamamı muhatabın olmalı, kimin sana inanacağını bilemezsin, kutuplaştırırsan tebliğ vazifeni yapmıyorsun demektir, insanların önce gönlüne girmeye bakmalısın… Kutuplaştırıyorsan büyük bir kitlenin gönlüne girme ihtimalini yok ediyorsun demektir.”
Yine durdu… “Müslümanlar İslamiyet’e inanıyorlar ama bugünkü problemlerin nasıl çözüleceğini bulmak için oturup çalışmıyorlar, diyelim iyi yönetim modelleri neler olabilir diye bir merkez ya da enstitü kurmayı akıl edemiyorlar. Faiz kötü demekle yetiniyor ama faizsiz bir ekonomi modelini hayata geçirmek için bir gayret içine girip küçük de olsa uygulamalar yapmıyorlar. Eğitim felç diyorlar ama birkaç yılda bir her şeye baştan başlamak dışında akıllarına bir çare gelmiyor. Müslümanların kafa karışıklığının en büyük alameti eğitim konusundaki çaresizlikleridir. Oysa eğitim ve benzeri konularda uzun süreli çalışmalar gerekir. Üniversiteler, yönetimlerin yaptıklarına övgü dışında ne ile meşgul oluyorlar. Övgü ile sövgü arasında gidip gelen bir yapıdan ne beklenebilir ki…”
Molla Kasım “edeb öğütlemek için edebli olmak gerek” derdi eskiden beri… “Edebli olmak sus pus olmayı gerektirmez, unutmayasın” diye kaç defa tembihlemiştir kim bilir… “Haksızlık karşısında susma, bugün susanın yarın konuşma hakkı olmaz, konuşursa haksızlık etmiş olur.”
Sözü bir önceki yazıda konuştuğumuz okumuş gençlerin Türkiye’den kaçış temayülüne getirmek istiyor ve ne diyeceğini merak ediyordum. “Efendim, gençler” diyecek oldum. “Sen bugüne bakıyorsun, gençler geleceğe” dedi. “Gençlerdeki huzursuzluğu sakın ola tek bir sebebe irca etmeyesin… Sana tarih dersi vermek istemem, ama buradan çıkınca şu üç hususu bir daha düşün ve araştır” demez mi?
Hay Allah, merak ettim, gözümü kulağımı dört açtım. “Bir: Grandük Notoras’ı ‘Bizans’ta Latin külahı görmektense Osmanlı kavuğunu tercih ederim’ demek zorunda bırakan husus neydi? İki: Fatih Sultan Mehmed Han Gazi’nin Bosna Ahidnamesi niçin tanzim edilmişti, zamanının çok ötesine hitab eden bu özgürlük beyannamesini bir daha okuyasın. Üç; Osmanlı niçin sefere çıkarken i’lâ-yı kelimetullah şartı arardı. Sefer edilecek memleketin i’lâ-yı kelimetullaha mani hali var mı yok mu diye bakarken aslında neye bakıyordu.” Bu noktada galiba anlamadığımı hisseder gibi oldu ki açıklama ihtiyacı duydu, “Şeran bir yere sefer için orada özgürlük ortamı var mı yok mu diye bakmak zorundaydı, yoksa sefer caiz varsa değildi.”
Ben artık izin istemek için münasip vakti kolluyordum ki “iki şey var ki gençleri çok etkiliyor” dedi. “Biri adalet, diğeri liyakat…” Hay Allah, ben de aklımdan üniversitelerde gözünü yurt dışına dikmiş ne kadar çok başarılı genç hoca var diye geçiriyordum… “Son dönemde atanan rektörlerle liyakat mefhumunu yan yana düşündün mü hiç” dedi. “Efendim, yani liyakatin tanımına ve üniversiteden beklediğiniz hususlara bağlı değil mi” dediysem de cevap vermekten imtinâ etti.
Zihnimde bu rektörler meselesi, en derin hürmetlerimi arz ettim Hazrete vedalaşırken. Bir daha ‘terk etmek’ fiilini kullanırken daha dikkatli olmam gerektiğini biliyordum artık. Zihnimde rektörler meselesi olsa da dilimde başka bir şey vardı: “ Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/ Seni sîgaya çeker bir Molla Kasım gelir.”