Kızılcahamam kampı, Ak Partinin Türk siyasetine kazandırdığı bir gelenek. Partinin başta milletvekilleri olmak üzere karar organlarında yer alanların bir araya geldiği bu toplantıların genel adı istişare ve değerlendirme toplantısı olarak anılıyor. Ben de kurucular kurulu üyesi olarak bu toplantılara katılıyorum.
Fakat eskiden mevcut olmayan ve yeni ortaya çıkan bir sorun var. Kulislerde konuşulanlarla salondaki toplantılarda ve soru cevap kısmında konuşulanların farklı olması. Yanlışlık nerde? Niçin böyle bir durum hâsıl oluyor? Neden insanlar düşüncelerini açıkça ortaya koymaya çekiniyorlar? Bunun sebeplerini bulmak ve yapmacık tavırlardan kurtulmak gerekiyor.
Hangi sebeple olursa olsun toplumun her kesiminin yüz yüze kaldığı bir ekonomik sıkıntı var. Cumhurbaşkanımız kriz yok dese de bir ekonomik karmaşanın mevcudiyetinin farkında. Bu da konuşmalarına yansıyor zaten. Açış konuşmasında bunların izlerini görmek mümkün… Mesela konuşmanın şu bölümü:
“Şu gerçeği hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız, her kriz beraberinde birçok fırsatı da getirir. Devlet yönetimi olarak bu krizin üstesinden gelmek için normal şartlarda yıllara sari olarak yapabileceğimiz büyük reformları ve köklü değişimleri kısa sürede hayata geçirdik, geçiriyoruz.”
Toplantı öncesi sohbet ettiğimiz arkadaşlardan biri dövizdeki belirsizlik sebebiyle önceden vadeli olarak alabildikleri hammaddeleri artık peşin parayla bile zor temin ettiklerini söyledi. Üstelik mamullerini vadeli olarak vermek zorunda kaldıkları için artık üretimi devam ettirmenin imkânsız hale geldiğini gördüğünü ifade etti. “200 kişiyi işten çıkardık ve imalata son verdik, iş yerimizi kiraya bile veremiyoruz” dedi.
Konuştuğumuz bir başka sanayici arkadaşımız, bana, “hocam uçurumun kıyısındayız, elimizden tutan olur mu bilmiyorum, Allah akıbetimizi hayretsin” dedi. “Alacaklarımızı tahsilde büyük sıkıntı var, dolayısıyla borçlarımızı ödemek imkânsızlaşıyor” derken üzgündü.
Benim aklıma da Ankara’da oturduğum evin tam karşısında bir ara hızla yürüyen ama şu sıralarda kimsenin çalışmadığı inşaat geldi. İki dev blok yapılıyor önümüze, 33 katlı ve 22 katlı iki dev blok. Niçin durdu bu inşaat diye aklımdan geçiriyordum ki medyada bu inşaatı yürütenlerin konkordato talep ettiklerini okudum.
Bu yazıyı hazırlarken dev bir gıda şirketinin aynı yola başvurduğu haberi düştü internet sitelerine…
Bir başka iş adamı dostumuz “kamuya iş yapanlar zor durumda, hiçbir ödeme yapmıyor devlet” dedi. İnanamadım, hala da bunu izah edebilmiş değilim.
Yurt dışında mağazaları olan bir iş adamı da vaktiyle bunu düşünmüş ve gerçekleştirmiş olmanın kısmi rahatlığı içinde “buradaki mağazalarımızı yurt dışı mağazalarımız sayesinde ayakta tutabiliyoruz, ama yine de sayılarını azalttık” dedi.
Şirketler için bu tür zorluklar normaldir, olabilir diyeceğim ama bu kadarı üst üste gelince tedbirleri çeşitlendirmek gerekiyor. Belki bu yazıda detayına girmek mümkün değil ama şu kadarını soralım: Onca aidat ödedikleri Ticaret ve Sanayi Odaları ve bunların üst kuruluşları, konkordato isteyen yani iflasın eşiğine gelmiş olan şirketlerin niçin ellerinden tutmaz. Bu duruma karşı niçin bir fon oluşturarak dayanışma mekanizmalarını harekete geçirmez, bilmiyorum. Odaların ve üst kuruluşların bir fonksiyonunun da bu olması gerekmez mi? Ticaret ve sanayi erbabının ödediği aidat karşılığında odalardan ve üst kuruluşlarından aldığı hizmetin bir dökümü var mıdır acaba? Üyelerin yüzde kaçı ne kadar hizmet almıştır? O hizmetlerin bir ağırlıklı dökümü olsa ne iyi olur. Böyle zor zamanlarda şirketleri ve iş adamlarını bankaların insafına terk etmek doğru mu?
Unutmayalım bu sıkıntıların sonunda bir de işsizlik problemi çıkacaktır ortaya. Şimdi yüzde 10 indirim çağrısıyla enflasyonu yılbaşından sonraya öteleme gayretindeyiz. İşsizlik artınca da galiba herkes işçi sayısını yüzde 10 artırsın diyeceğiz.
Birisi çıkıp “enflasyonla mücadelenin önce hukuksal reformlardan başlaması gerekir” diye haykırsa ne iyi olur. “Yıllarca sadece sözü edilen yapısal reformlardan ne haber” diye soran bir âkil adama ne kadar muhtacız…
Bir başka sıkıntımız hesapsız kitapsız harcamalar. Hem devletin hem kişilerin israfa gömülmeleri… Bu işin ahlaki bir boyutu da var. Konuyu Mustafa Çağrıcı Hoca, Karar’daki yazısında ele almış. Şöyle söylüyor:
“Bizim toplumumuz, son 10-15 yıl içinde biraz palazlanınca hızlı bir tüketim hastalığına tutuldu. Çok da akıllıca olmayan, hele hiç İslâmî olmayan, hatta biraz da ilkel diyeceğimiz bu tüketim çılgınlığı…”
Konuyu dağıtır gibi oldum, farkındayım. Ak Parti Kızılcahamam kulislerinde haklı olarak önümüzdeki yerel seçimlere doğru yol alırken ortaya çıkan kaygılar baskındı. Peki, salonda? Cumhurbaşkanı Erdoğan zaten bu toplantıyı bir nevi seçime hazırlık toplantısı olarak görüyor ve stratejisini o istikamette geliştirmeye çalışıyor. Konuşmalarında da bu hali yansıtmaktan geri durmuyor.
“Son dönemde yaşadığımız hadiseler sebebiyle Mart 2019 seçimlerinin önemi çok daha artmıştır. 24 Haziran’da Cumhurbaşkanlığı görevini bize tevdi eden, Mecliste partimizi birinci sıraya çıkartan milletimizden mahalli idareler seçimlerinde de benzer bir desteği almamız gerekiyor. Bunu başardığımızda Türkiye’ye önümüzdeki 4, 5 yılda gerçekten çok verimli, çok kıymetli hizmetler getirme imkânına kavuşacağız.”
Kızılcahamam’da Erdoğan “Türkiye’de bir defa kriz yok. Türkiye’de ekonomiyle alakalı bir manipülasyon, manipülatif hareket var” dese de yukarda söylediğimiz gibi sıkıntıları görmezden geliyor değil… Berat Albayrak’ın konuşması Türk ekonomisinin uluslararası standartlar yönünden ne kadar iyi olduğunu anlatmaya odaklanınca salonda sessiz homurdanmalar, ikili fısıldaşmalar, salon dışında ise “her şey dört dörtlük” esprileri aldı başını gitti. Bu işlerden anlayan bir arkadaşımızın, “Türkiye’nin toplam borcunun uluslararası standartlar itibariyle, yani borcun milli gelire oranı itibariyle ortalamadan daha iyi olduğunu söyleyen Bakan Albayrak’ın bir de ülkelerin borç ödeme kapasitelerini tabii kaynaklar ve üretim kabiliyeti itibariyle mukayese etmesini isterdim” dediğini duydum.
McKinsey olayı medyada tartışıldı ama önemli bir nokta gözlerden uzak kaldı. Başka hususlar öne çıkınca da siyaseten Ak Partiye zarar vereceğini gördü Cumhurbaşkanı Erdoğan ve noktayı koydu. Oysa McKinsey Türkiye’ye yatırım yapmayı düşünenlere güvence verecekti. Tabii bu güvenceyi vermek için de Türkiye’yi bazı reformlar, özellikle hukuki reformlar yapmaya zorlayacaktı. Yoksa McKinsey’in yazacağı raporu yazacak adam bizde de çok. TUSİAD mı zorlamıştı McKinsey’le anlaşma için birilerini… O da benim meçhulüm… McKinsey’e gelme derken bir demokratikleşme adımını da elimizin tersiyle itmiş mi olduk yoksa? McKinsey’in mahrem bilgilere erişmesini kaygıyla karşılayanlara sadece güldüm, bu devirde hangi mahrem bilgiden bahsediyorlar acaba?
Kendi ayağımıza kurşun sıkmaktan vaz geçsek iyi olacak… Cumhurbaşkanı Erdoğan yerel seçimlerde teröre bulaşmış olanlardan başkan seçilenler olursa yerlerine kayyum atarız diyor. Umarım bu, çok istisnai durumları kast ederek söylenmiş bir söz olsun. Doğru olan bu vasıftakilerin seçilme yeterliliği ile ilgili şartlar itibariyle seçime girmemesidir. Yoksa sandıktan çıkmış birini yerinden etmek, yeniden ilişki kurmaya niyetli olduğumuz Avrupa Birliğine anlatılabilecek bir şey değildir.
Kızılcahamam toplantılarının en ilginç noktaları son güne bırakılan soru cevap faslında ortaya çıkar. Ben bu toplantıda kulislerde konuşulanların hiç değilse bir kısmı dile getirilir diye bir zehaba kapıldım. Heyhat… Ufak tefek meselelerden öteye gitmedi. Suskunluk kaderimiz olmuş durumda. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan hiçbir sınırlama koymadı. Hakkını teslim edelim, orada konuşulanları da can kulağı ile dinleyip notlar aldı. Peki, kulislerdeki sıkıntı niye dile gelmedi. Muhtemelen trollerin katliamından çekinilmiştir. Trollere söz geçiren de olmadığına göre endişeyi makul mü görmeliyiz?
Suskun bir toplum olma yolunda hızla ilerliyoruz. Aydınlar suskun, üniversiteler suskun, sivil toplum örgütleri suskun, en zor durumdaki ticaret ve sanayi erbabının sesini duyurması beklenen odalar ve üst kuruluşları suskun… Yoklar… Oysa Ak Parti’ye gönül verenlerin de, ülkeye gönül verenlerin de susacağı günler değil bu günler… Övgü ile sövgü gibi iki zıt kutup arasında çok daha makul bir durak olduğuna inanıyorum ben…
Akif Paşa’nın adem yani yokluk kasidesini bilir misiniz? Yokluğa kaside… Hazret bunalımlar içinde neler neler yazmıştır. Buraya bir beytini alalım,
Sarf edip vârını aklın var ise var yok ol
Rahat istersen eğer eyle temennâ-yı adem
Eğer rahat istersen yokluğu arzu et, aklın var ise varını sarf et ve yokluğa git.