Zaman zaman okuduğumuz bir yazı veya kitap için, “hay Allah, ben bunu niye vaktinde görmemişim” diyerek hayıflandığımız olur. Bugünlerde önümde öyle bir yazı var. Amerika’daki bir yakınım haberdar etti beni bu yazıdan.
Yazı, Amerika başkenti Washington’un, politikacılara ve yönetimde çalışanlara nasıl kimliklerini kaybettirdiğine dair tespitlerle dolu… Başlığı şöyle: “Ülkedeki en büyük komplo: Başkent”. Buradaki başkentin Washington olduğunu söyleyelim de yanlış anlamak için dört dönen arkadaşları günaha sokmayalım. Bir “Türkçe Amerika gazetesi” olan Amerika Bülteni’nde çıkan bu yazının sahibi Cemal Tunçdemir. Onun T24 internet haber sitesinde çıkan son yazısından da sizi haberdar edeyim. “Kitaplarda okuduklarımızı unutuyorsak hâlâ neden okumalıyız?” adını taşıyor. Ben de okuduklarımı unutmaktan şikâyetçiydim. Bu yazı beni rahatlattı, okuyun, siz de rahatlarsınız…
Belki de bana, “biz burada tanzim satışlarla uğraşıyoruz, ekonominin kurallarını yeniden yazıyoruz, on beş yıldır halledemediğimiz tarla, hal, market rafı fiyatlarını düzenlemek için gayret gösteriyoruz, sen bize Amerika’dan bahsediyorsun, ne iştir?” diyeceksiniz. Ama bir dakika, biz demiyor muyduk dünyayı tanımak için ülkelerin yönetim anlayışlarını bilmek gerekir diye? E, işte bu yazı o maksada matuf… Tanzim satışları engelleme gibi bir maksadı da yok, ‘devletle nasıl rekabet edeceğiz, vergi, işçi, kira ne olacak’ diye şimdilik kendi aralarında fısıldaşan esnafa bir çağrısı da yok. Bana “hani Ak Parti seçim ekonomisi uygulamayacaktı” diye serzenişte bulunanlara da bir şey dediği yok… Hatta bu yazıda imar affına da bir atıf yok. Çünkü ben o konuya dair “ … çürük binaları imar affı kapsamına sokup güya çarpık şehirleşmenin önüne geçmeyi murad ediyoruz. Kentsel dönüşümü az katlı binaları yıkıp çok katlı binalar yapmak şeklinde mi anlıyoruz ne?” diye yazalı çok olmadı.
Gelelim vaktinde okumadığım için hayıflandığım yazıya.
Amerika’nın kurucu babalarından olan George Washington iki dönem başkanlık yaptıktan sonra çiftliğine döner ve başkanlığı iki dönemle sınırlayan geleneği başlatmış olur. Tunçdemir, 1981-1989 yılları arasında Amerika’nın kırkıncı başkanı olarak görev yapan Ronald Reagan’ın bir sözünü aktarıyor:
“Kurucu Babaların öngöremediği tek şey, ülkenin, günün birinde, tek amaçları bir sonraki seçimde yeniden seçilmek olacak profesyonel politikacılarca yönetileceğiydi.“
Görevi biten Başkan ya da diğer bürokratik elitin Washington’dan ayrılamayışı, Trent Lott adlı bir senatöre izafe edilen iki sebeple izah ediliyor yazıda. Tunçdemir şöyle yazıyor:
“Burası bütün problemlerin düğümlendiği yer. Mücadele ettiği politik konularda bir değişime yol açabilmek için civarda olmak gerektiğine inanıyor. Ve [Lott] daha samimi gerekçeye geçiyor: ‘Başkent, paranın olduğu yer. İnsanları genellikle bu şehirde tutan bu’”.
Cemal Tunçdemir daha sonra ‘Başkent aşkı’ diye bir kavram üzerinden Washington’un bitirici cazibesini açıklıyor.
Obama’nın 2008 seçim kampanyası bizde de çok konuşuldu ve küçük yığınların büyük sermayeyi alt edişine bir örnek olarak yorumlandı. İnternetin ne kadar etkin kullanılabildiğine de misal olarak sunuldu. Cemal Tunçdemir buna dikkat çekerek şöyle bir tespite yer veriyor:
“ABD Başkanı Barack Obama ve arkadaşları, adeta bir ‘devrim’ gibi görülen 2008 zaferlerine giden süreçte, demokrasinin en önemli sorunu haline gelmiş bu ‘başkent kültürüne’ duydukları tepkiyi yükseltiyorlardı.”
Tunçdemir, yazının ilerleyen bölümlerinde bakın ne diyor:
“New York Times gazetesinin pazar dergisinin Washington DC temsilcisi Mark Leibovich, 2013 yılında yayınladığı, ‘This Town (Bu Şehir)’ adlı sarsıcı kitabı ile ABD başkentinin ‘ensestik ekolojisine’ müthiş bir ayna tuttu. Çok büyük yankı yapan bu kitabına konu ettiği gazeteci, politikacı ve analistler, dünyanın her başkentindeki benzeri karakterlerin birer örneği gibi.
ABD Başkanı Trump’ın ‘Kürtleri vurursa Türkiye’yi ekonomik açıdan mahvederiz’ yolundaki ifadesi kadar geçmişte Türkiye’yi rencide eden bir tavır olmuş muydu, bilmiyorum. Trump her ne kadar önceki Başkanlardan farklı bir tutum sahibi olsa da böyle demeye cesaret edememeliydi. Ancak Rahip Brunson meselesindeki ikircikli tavrımız başta olmak üzere Amerika ile iyi gitmeyen ilişkiler böyle tahammülü zor bir durum hâsıl etmiş gibi. O halde bütün bunlardan kaçınmak için Washington’u iyi tanımak gerekiyor.
Obama’dan sonra bizdeki trollerin Trump’a önce ne kadar övgüler dizdiğini, sonraları beğenmedikleri söylemlerine sövgülerle mukabele ettiklerini hatırlayalım. Amerikan tarafının bunları not etmediğini söyleyebilir miyiz?
Şimdi Cemal Tunçdemir’in tespitlerine dönelim yeniden. Şöyle anlatıyor yazar:
Obama kampanyasındaki arkadaşlarının dikkatini sık sık, halka, ‘bu makama ihtiyacı olmayan adaya oy vermeleri’ mesajını vermenin önemine çekiyordu. Öyle ki 2004’te Senato’ya ilk kez seçildikten kısa bir süre sonra bir başka senatör arkadaşına, ‘Senato’da görevim bittikten sonra bu şehirde kalmaya devam edersem beni vur’ diyecekti.
İktidar sahiplerine yanaşmak isteyen çok olur. Akıllı muktedirler bu tipleri vaktinde teşhis eder ve kendinden uzak tutar. Burada liyakat bahsi öne çıkar. Yine de muktedirlerin aykırı söz sahiplerine tahammülde zorlandıklarını gözden kaçıramayız. Bakın bu konuyu nasıl ele almış Cemal Bey:
Obama’nın 2008 kampanyasının üst düzey bir yöneticisi, This Town yazarına, başkentten, ‘Suck-up City’ diye bahsediyor. ‘Suck-up’ sıfatı iki anlama gelebilir. Öncelikli anlamı, yalakalık yapmak. Mutlu etmek istediğiniz, daha doğrusu, kariyer yolunuzdaki makamlara konumlanmış kişi veya kişileri ‘yalarsınız’. ‘Günümüz profesyonel politikasının anne sütü’ diyor bu yalakalığa This Town yazarı ve ekliyor: ‘Yalakalık, oksijen gibi başkentin olmazsa olmaz bir unsurudur.’
Obama’nın seçim kampanyasının ne kadar başarılı olduğuna değinmiştik yukarıda. Cemal Tunçdemir çok ince bir noktayı yakalamış. Bakın nasıl:
Obama’nın 2008 seçim kampanya stratejisinin ana mimarları Gibbs, Pfeiffer, Plouffe ve Axelrod ‘başkent’e karşı bir retoriğe bina etmiştiler bütün stratejilerini…./ Obama’nın ekibinin karşı olduklarını söyledikleri başkent, ‘çıkarcı, bencil, kendine yontucu, kendini ayakta tutmaya çalışan’ tiplerin egemenliğindeki başkentti. Yani, aslında başkentte yükselmeye çalışan herkesin bir şekilde dönüştüğü bir karaktere taarruz ediyorlardı.
Washington’un etkili araştırma kurumlarından Brookings Institute uzmanı Shadi Hamid’in Temptation of Power adlı kitabını duydunuz mu? Türkçeye çevrilmedi diye biliyorum. Mustafa Akyol, kitabın adını Türkçeye “Güç Ayartmaları” diye çevirmiş. Ben “Gücün Baştan Çıkarıcı Etkisi” veya “Baştan Çıkarıcı Güç” diye çevirmiştim bir yazımda. Her ne kadar Hamid bu ifadeyi daha çok İslam Ülkelerine atıfla kullanıyorsa da baştan çıkarıcı güç her yerde etkisini gösteriyor. İşte Tunçdemir’in yazdıkları:
‘Suck-up’ın diğer anlamı ise ‘içine çekip yutmak’tır. Başkent, insanı yutar. Obama’nın adamları kendilerinin ‘suck-up’ city’nin çekiciliğine kapılmayacaklarını iddia ediyorlardı. Bataklıkların üzerinden uçarak geçeceklerdi. Ne var ki, Obama göreve başladıktan kısa süre sonra ‘başkente direneceğiz’ iddiası yalan oldu. Obama’nın ekibindeki isimler gazetelere haber oldular. Magazinlere konu olmaya başladılar. Başkentin, yıldızlı, şaşaalı günleri onlar için de başladı. Seçim kampanyalarında eleştirdikleri insanlara dönüştüler. Obama’nın eski sözcüsü Gibbs yıllar sonra, ‘bize ne oldu böyle?’ diye tartıştıklarını anlatıyor. Ona göre başkentin, sadece kendi seslerini duyabildikleri ‘medya yankı iklimi’nde kayboldular. Gibbs, kendi aralarındaki bir toplantıda, ‘kabul edelim ki hepimiz bir şekilde değiştik. Veya daha doğrusu, başkent hepimizi değiştirdi’ dediğini aktarıyor. Başkent, bir kez daha yalayıp yutmuştu, kendini fethetmeye gelenleri…
Peki, Ak Parti içinde de böyle bir muhasebeye ihtiyaç var mı acaba? “Bize ne oldu böyle?” demek gerekiyor mu? Siz böyle bir durum müşahede ediyor musunuz? Enflasyonun, faizin, döviz kurlarının bugünkü vaziyeti derin bir muhasebeyi gerektiriyor mu dersiniz? “Biz nerede hata yaptık mı demek doğru, yoksa her kötü gidişi meçhul güçlere bağlamak mı doğru? Demokrasi, hukuk ve insan hakları karnemiz niye zayıflarla dolu?
Cumhuriyetçi Partili Oklahoma Senatörü Tom Coburn’dan aktardıkları da önemli yazarımızın:
Uyuşturucu bağımlılarını tedavi eden bir doktor olarak Coburn, insanlardaki, güce temayülü, morfin bağımlılığına benzetiyor: “Tıpkı morfin gibi iktidar da onu elde edenlerin hissiyatını kör eder ve muhakemelerini zayıflatır. Bu da politikacıların hem karakterlerini hem de demokrasimizi yıkıma uğratan kararlarının ana sebebidir.”
Tevazu sahibi olmak olgun insanların işidir. İşin tuhafı da kimse tevazuu başkasına bırakmaz. Tevazudan bahsederken bile benlik duygusunun baskın olduğu nice vaka biliriz. Üstelik bu “ben” genişledikçe genişler ve bazen ‘biz’ halini alır. Artık önemli meseleler ben ile değil biz ile yankı bulur. Amerika’da da varmış böyle haller:
Başkent bir yönüyle bir ‘benkent’tir. Zira hastalıklı başkent kültüründe her şey ‘ben’ üzerine kuruludur. Herkes, her durumda sadece kişisel olarak ne kazanacağının, ne kaybedeceğinin hesabını yapar. Senatör Lieberman’ın danışmanı Marshall Wittman, ‘başkentte kendi adınızdan daha tatlı bir sözcük yok’ diye anlatıyor bu mayhoşluğu… Gazetelerde adını okumak, televizyonlarda duymak müthiş bir keyif verir sahibine./…/ Bunun dolaylı sonucu olarak başkent kültüründe, ‘vefa’ diye bir şey yoktur.
Cemal Bey bir de kimlik hırsızı sendromundan söz ediyor. Biliyorum, çok uzun oldu ama sonuna geldik. Şöyle:
This Town yazarı, psikolojide ‘kimlik hırsızı sendromu (impostor syndrome) denen hastalığın, başkentin herkese bulaşan psikolojik nezlesi gibi olduğunu belirtir. Yani, gerçekte kim olduğunun veya çapının büyüklüğünün ifşa olacağı korkusu. Çünkü başkentte ehliyeti ve hakkıyla bir yere gelen insan çok azdır. Herkes bu psikolojik gerilimi yaşar. Sahtekârlığının, yetersizliklerinin, eksiklerinin ifşa edileceği korkusu bünyelerinden hiç eksik olmaz. Kimse kimseye gerçekte güvenmez./…/ Başkent insanını, alkışlanmak kadar motive eden ikinci şey unvanlarıdır. Başkent insanının adı değil statüsü olur. Televizyonlara çok çıktıklarından dolayı herkesin tanıdığı kişiler bile kendini tanıtırken, ‘profesör doktor’, ‘daire başkanı’, ‘idare amiri’, ‘grup başkan vekili’, ‘başkan yardımcısı’ vs gibi unvanlarla tanıtır. En gayriresmi konuşmalarda bile ‘bakanım’lar, ‘vekilim’ler, ‘müdürüm’ler, ‘paşam’lar ve daha nice ünvanlı hitaplar havada uçuşur. Başkent insanı, unvanı anılmadığında kendisini çıplak hisseder.
Size yazının tamamını okumanızı öneriyorum.
Bir merakımı da fısıldayayım size: Cemal Tunçdemir, Washington’u bildiği kadar Ankara’yı da biliyor mu yoksa?