TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, “Diplomasi ve Barış” seminerleri adı altında yürüttüğü programda, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu ağırladı. Konuşmanın başlığı “Uluslararası Sistemdeki Değişimler ve Türk Dış Politikası” olarak tayin edilmişti. Bu seminerler dizisinde birçok ülkenin Ankara’daki büyükelçilerini dinleme fırsatı buldu Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencileri. Dinleyenler arasında başka bölüm öğrencileri olduğu gibi başka üniversitelerden gelen hoca ve öğrenciler de bulunuyor. Yabancı misyonun ilgisi de hayli yüksek. Ben de bu program çerçevesinde konuşanları dinlemeye gayret ediyorum. Dışişleri Bakan Yardımcısı Faruk Kaymakçı’nın konuşmasından yola çıkarak “Arayışlar” adı altında bu sütunlarda size seslenmiştim.
Konuşmanın bütün detaylarını aktarmak değil maksadım. Belki birkaç ilginç husustan da bahsedeceğim ama asıl üstünde durmak istediğim nokta, Çavuşoğlu’nun çok önem verdiğini gördüğüm yumuşak güç kavramı. İngilizcesi soft power olan bu kavramın karşıtı ise hard power ya da Türkçesiyle sert güç olarak biliniyor. Yumuşak güç yerine erdemli güç, virtuous power, ifadesini daha doğru bulanlar da var. Akıllı güç, smart power, ise daha çok askeri terminoloji içinde kullanılıyor.
İsterseniz önce yumuşak güç için bir tarif verelim. Prof. Dr. Mehmet Aydın, Siyasetin Aynasında Kültür ve Medeniyet adlı kitabında yumuşak güç ile manevi gücü aynı anlamda kullanarak ve yumuşak güç için yumuşak siyaset tabirinin de kullanıldığını ekleyerek şöyle diyor, s. 108:
Bu kavramı meşhur eden Joseph S. Nye, güç kullanımını üçe ayırır: Zorlayıcı, baskı altına alıcı tehditler (sopa göstermek); teşvik ve maddi destek (havuç göstermek); cazibe yaratmak ve ikna yoluyla kendi istediğimizi karşımızdakilere kabul ettirmek. Günümüzde bir ülkenin manevi gücü, cazibesi, artık o ülkenin sadece askeri, ekonomik vs. güçleriyle değil, aktif hukuk devletinin varlığı, demokrasinin, dolayısıyla düşünce, söylem ve basın hürriyetinin düzeyi ve gücü, daha önce bahsettiğimiz kültürel çeşitliliğin bu çerçevede yönetiliyor olması, sanat kollarındaki başarısı, bilim üreten üniversitelerinin uluslararası öğrenciler için cazibe merkezi olması, sosyal ve toplumsal kapitalıni yumuşak güç olarak kullanabilmesi ve bütün bu değerleri dış dünyaya sunma imkân ve kapasitesinin mevcudiyeti ve daha onlarca başarısı ile ölçülmektedir.
Dışişleri Bakanımız, yumuşak güç tanımı içerisine Türkiye’nin uluslararası alanda aldığı inisiyatifleri de dâhil ederek birçok noktaya vurgu yaptı. Türkiye ve Finlandiya öncülüğünde küresel ölçekte hayata geçirilen “Barış ve Arabuluculuk Alanında İşbirliği” inisiyatifi saydıkları arasındaydı. Medeniyetler İttifakı çerçevesinde yapılan çalışmaları da zikretti. Türkiye’de artık pek meydanlara çıkmasına hoş bakılmayan sivil toplumun öneminden bahsetti. Türkiye’nin sanatın çeşitli dallarındaki başarılarının dış dünyadaki yansımalarını da yumuşak gücün unsurları arasında saydı. TİKA ve Yunus Emre Enstitüsü ise zaten herkesin aklına hemen gelen yumuşak güç unsurları idi. Ticari anlamda ise anlaşılıyor ki THY Çavuşoğlu’nun da favorisiydi. Bu kadar telaş arasında kendi memleketi Antalya ve Alanya’nın cazibesini saymayı galiba unuttu.
Konuşmanın sonunda soru cevap bölümüne çok zaman ayırdı ve kendisi bir kısıtlamaya gitmedi. Ancak elbette onun da bir sınırı vardı ve semineri yönetenler bir yerde kesmek zorundaydılar. Çok sorusu vardı, hem öğrencilerin hem başka misafirlerin…
Böyle bir toplantıda asli unsurlar öğrenciler ve ilgili bölümlerin mensupları olunca ben soru sormayı doğru bulmadım. Ancak eğer soru sormak isteyenler az olsaydı benim de Bakan Beye tevcih edeceğim sorular olacaktı. Ben şunları sormak isterdim: Yumuşak gücün en önemli öğesi hukuk ve demokrasi değil midir? “Bizim bu alandaki vaziyetimiz nedir, nasıl görüyorsunuz” desem yerinde olmaz mıydı?
Bizi son dönemde zaafa uğratan hukuk uygulamaları yumuşak gücümüze vurulan en ağır darbe olsa gerek. Bir ülkede hukuk ne kadar güvenilir vaziyette ise ekonomi de o ölçüde büyüme potansiyeline sahiptir. Hukukun yanında sayacağımız daha pek çok husus var. Demokrasi alanındaki göstergeler pek iyi zirvelere işaret etmiyor. Denge ve denetleme mekanizmalarının yeteri kadar güçlü olmadığı, hesap vermekte tereddütlü, iyi yönetişim ilkelerinin göz ardı edildiği rejimlere eksik ya da sözde demokrasi tabirini uygun görenler var. Bu konuda Kemal Gözler’in “Demokrasi Nereye Gidiyor? -Nerede Hata Yaptık?” başlıklı yazısı meraklıları için bir ipucu olabilir.
Yumuşak güç elbette tek ayaklı değil. Bütün dünyaya söyleyecek sözü olan ve dinletebilen, kültür üretebilen, sanat eseri verebilen ve yaşam biçimindeki kaliteyle öne çıkan ülkeler yumuşak gücün öncüleri olurlar. İlham kaynağı olmak yumuşak gücün belki de en gizemli tarafıdır. Ak Parti’nin reformlar dönemini hatırlayalım. Bölgemizdeki bütün ülkeler o sıralar Türkiye’ye gıpta ile bakıyorlardı. AB yolundaki gayretlerimiz her yerde Türkiye’nin gelecekteki gücünün bir ölçüsü olarak algılanıyordu. O dönemdeki ekonomik performans da bu algıya paralel olarak gelişiyordu. Zira o sıralar Türkiye’ye akan yabancı sermaye hukuki güvence anlamında bir kaygıya kapılmıyordu.
Kısacası, sağlam bir siyasi yapı, kuvvetler ayrılığına bağlı demokratik bir sistem, hukukun evrensel şekilde eşit uygulandığı bir hukuk düzeni, güven veren, ayrım yapmadan sadece haklı ve haksız ayrımı ile temel hak ve özgürlüklerin evrensel anlamda garanti altına alındığı bir ülkenin yumuşak gücü zirve yapar. Şeffaflığın, hesap verebilirliğin, iyi yönetişimin, ifade, düşünce ve basın özgürlüğünün benimsendiği ve geçerli olduğu bir ülkenin saygınlığı da yüksek olur. Böyle bir ülkenin çizdiği manzara bütün dünyada saygı görür. Yumuşak gücü zirve yapmış bir ülke önce çevresine sonra da dünya’ya karşı hem model olur, hem ilham kaynağı olur.
Mevlüt Çavuşoğlu gibi Avrupa’nın demokrasi üniversitesi mesabesindeki Avrupa Konseyine başkanlık yapmış bir şahsiyetin bunları ihmal ettiğini söylemek istemiyorum elbette. Ancak Avrupa Konseyinde yeniden denetim sürecine alınmış bir ülke manzarasıyla yumuşak güçten bahsetmenin zorluğunu da iliklerime kadar hissediyorum. Tutuklu gazeteciler meselesi en çok Avrupa Konseyinde baş ağrıtır.
Sorular ilginçti. Mısır’daki idamlar da vardı gündemde, Uygur Türklerine yapılan zulüm de… Mısır’daki AB-Arap Birliği Zirvesine katılan AB üyelerinin tutarsızlığına dikkat çekti Dışişleri Bakanı. Onlardan bir protesto beklediği anlaşılıyordu ve sessiz kalmalarına ve gösterdikleri iki yüzlü tavra içerlemişti. Ancak kimse çıkıp “idam edilecek bir genci biz niye Mısır’a iade ettik” diye sormadı Bakan Beye.
Bu arada bir habere göre Brüksel’deki AP binasında düzenlenen 7. İdam Cezasına Karşı Dünya Kongresi kapsamında konuşan Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısı Pavel Telicka, Mısır’daki idamlar üzerinden bir öz eleştiride bulunmuş ve “AB bazen iki yüzlü davranıyor, mükemmel değiliz” demiş.
Suriye’deki durum da vardı gündemde. Yüzümüzü batıya mı çevirmeliyiz, yoksa batıyı da geride bırakma potansiyeline sahip Japonya benzeri doğu ülkelerine mi çevirmeliyiz merakında olanlara Mevlüt Bey, “hem batıya, hem doğuya” diyerek cevap verdi.
Sadece yumuşak güçle yetinemeyeceğimizi, kadife kılıf içindeki yumruğumuzun da güçlü olması gerektiğini unutmamalıyız. Ancak aslolan hedefe savaşmadan varmaktır.
Biz bir yerlerde hata yapıyoruz yapmasına da bunu kim anlıyor kim anlamıyor onu merak ediyorum. Hatayı görmeden ıslah imkânı olmadığına göre işimiz gerçekten zor.
Teselliyi şiirde arayabiliriz. Yahya Kemal ne diyor bakın Özleyen adlı şiirinin başında:
“Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde,/ Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde!”
Zihninize, elinize sağlık. Kapsamlı ve derinlikle yorumlarınızi zevkle okuyorum.
Sisi’nin kimleri niçin idam ettirdiği biliniyor. Buna rağmen idam edilecek genç nasıl gönderildi? İkincisi Kaşıkçı’nin katillerinin Türkiye’yi terketmeleri neden engellenmedi? Benim zihnimi kemiriyor. Kaçıkçı’nın vicdanımızı yerinden söken katledilişi, bu katillerin mensup olduklarını söyledikleri din nasıl bir dindir diye insanlığın vicdanında derin karşıtlıklar doğuracağı şüphesizdir.
İslam ülkelerinin ve Türk Cumhuriyeti ülkelerlerin kimi kabul edilemez tutumları karşısında, İslam Milletinin birer parçası olan o ülkelerin halkları ile ilişkileri bozmamak için çok sabırlı olmak gerekiyor. Ama, yöneticilerin işledikleri cinayetlere de bir şekilde tavır koymak gerekiyor.
“Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” (K.Kerim)