Oruç ayı, bir muhasebeye ihtiyacımız olduğunu hatırlatır mı acaba? Bu muhasebenin iki veçhesi var. Bir tarafta kişisel muhasebe ihtiyacımız var, öbür tarafa toplumsal muhasebe zarureti.
Kişisel muhasebemizi gözden geçirirken bazı hususları yeni bir anlayışla ele alsak diyorum. Allah’tan başka tapılacak yoktur diyoruz ama acaba bunu ne kadar tatbik edebiliyoruz. Tapınmak ille de bir mücerret varlık önünde secdeye kapanmaktan ibaret değil kuşkusuz. Bir insanın hayatına başka değerler yön veriyorsa durum nedir, nasıl izah edilebilir acaba? Ben önce sıkı sıkı kendime tenbih ediyorum, aman insan onuru her şeyden kıymetlidir diyorum.
Namaz kılmak Allah ile yaptığımız sözleşmeyi tekrarlamak değil midir? Hem de günde beş kez. Diyoruz ki “Allah’ım, senden başka kimsenin önünde ne pahasına olursa olsun eğilmeyeceğim.” Peki, ne kadar uygulayabiliyoruz? Allah insanoğlunun zaafını biliyor ve ona merhamet ediyor, “bu sözleşmeyi gel günde beş kez tekrarla ve unutma, böylece yanlış yollara düşmemiş olursun” diyor. Sözleşmeye sadakat gerekir. Elest bezminde yapmıştık bu sözleşmeyi…
“Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin.” Bu emri toplumsal muhasebe anlamında nasıl yerine getireceğiz? Kişiler kendi başlarına yaparlar diyelim, bu muhasebeyi toplumun yapabilmesi için bir örgütlenmeye ihtiyaç var. Bu örgüt yönetimlerce mi oluşturulmalı, sivil bir teşkilatlanma mı olmalı?
Günümüz yönetimlerinin olmazsa olmazları arasında bulunan denge ve denetlemeye bu emrin bir gereği olarak da bakabilir miyiz acaba? Şu sıralar bizim de üstünde durmamız gereken bir husus bu. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, denge ve denetleme hiç bulunmadığı için çokça eleştirilmiyor mu? Hatta biraz daha ileri giderek kuvvetler ayrılığına da böyle bakabilir miyiz diye sorsak mı acep? Kendimi sık sık uyarıyorum, bunlar üzerinde düşün diyorum.
Günümüz muhafazakârlarının din siyaset ilişkisini iyi yönettiğini söyleyemeyiz. Bu konu biraz çetrefilli… Geniş bir şekilde ele almak lazım. Ancak yönetimlerde söz sahibi olanların para ile olan ilişkileri, bu geniş konunun önemli başlıklarından birini oluşturuyor.
Buradan yola çıkarak oruç ayında yerine getirilmesi gereken zekât ödevi üzerinde biraz daha detaylı çalışmalara ihtiyaç olduğunu belirtebiliriz. Bunu daha önceki bir yazıda şöyle dile getirmiştim: “Zekât toplumsal bir ibadet… Bende biriken servette toplumun bir hakkı var. Acaba toplumun hakkı derken sadece fakirleri mi anlamalıyız? Yoksa bu kapsam içinde başka unsurlar da olabilir mi? Diyelim zekâtın toplumsal veçhesini araştırmak üzere kurulmuş bir enstitüye zekât hak mıdır? Hak ise bile bu nasıl tanzim edilecek? Tevbe Sûresi’nin 60’ıncı âyetini nasıl yorumlayacağız?”
Kendi kendime diyorum ki, çok ihmal edilmiş böyle şeyleri gündeme taşımanın bir yolunu bulmalısın.
Günümüzün bazı hoyrat tavırlı, zengin, dindarlık satanlarına bakarak dinden soğuyan insanların sayısı gittikçe artıyor. Nezih insanlardan daha çok görünür olan bu kimselerin para ve makam karşısındaki zaafları hiçbir dönemde bu derece zararlı olmamıştı. Ak Parti’nin ilk dönemlerinde muhafazakâr insanların yarattığı sevecenlik maalesef hızla kayboluyor.
Oruç tutarak cenneti garantileyebiliyor muyuz? Takdir edersiniz ki bu o kadar kolay değil. Orucu aç kalmanın ne kadar ötesine taşıyabiliyoruz acaba? Kişisel ödevlerimiz yanında üzerimize düşen toplumsal ödevleri yerine getirebiliyor muyuz, ya da şöyle diyelim, toplumsal ödevlerimizin neler olduğunun farkında mıyız?
Cennete kavuşmak öyle çok kolay değil elbette, bunu söyledik… Peki, cennet kavramından ne anlıyoruz? Gaye nedir? Bu dünyada bir cennet hayaliyle mi yaşamalıyız, yoksa sadece öte dünyaya ilişkin cennet hayali yeter mi? Ahlaki zaaflarla malul bir cemiyette, öte dünyaya ilişkin kendi kişisel cennet hayalimizi gerçekleştirmek mümkün mü?
Daha önce burada sözünü ettiğim Ziyaüddin Serdar, “Cenneti Arayan Adam” adlı kitabında bu sorulara da cevap arıyor. Biraz uzun ve belki huzursuzluk veren, rahatımızı kaçıran bir alıntı olacak ama değeceğini düşünüyorum:
“Semavi ve dünyevî sarhoşluk mecazı”, bizi tamamen farklı bir dünyaya götürüyor; muhteşem, kemale ermiş, mecazi ve anlamlı bir dünyaya. Bu dünya çok boyutludur: “Mecaz”n iki boyutlu sunumu bir yandan doğal değerlerin güzellik ve yaratıcılığıyla birleştiği bir dünyayı, diğer yandan İslam’ın çeşitlilikle zenginleşen açık bir sistem olarak ifade edildiği bir dünyayı temsil eder. İşte benim keşfetmek üzere yola çıktığım ”dünyevi cennet” vizyonu tam da budur.
Bulduğum ise oldukça farklıydı. Müslümanların büyük çoğunluğu, cenneti yeterince hayırlı amel biriktirerek satın alabilecekleri bir meta olarak görüyor. Şeriatın modası geçmiş kavramlarını dayatma; bütün sanat, edebiyat ve kültür ürünlerini yasaklama; İslam namına ölme ve öldürme. Bu sözde zenginliğin biriktirilmesi, kendi içinde bir amaç haline geldi. Böylece Kur’an’daki cennet vizyonu, dünyevi cehennem vizyonuna dönüştü; kan dökmek ve bağnazlık, zulüm ve şiddet, sansür ve iğdiş etme cehennemi. Şeytan çoğu zaman, sürekli olarak ”artık şeytan burada yaşamıyor” diyenlerin içinde yaşıyor. Yoksa Kur’an’ın ruhundan nasıl bu kadar uzak, onun cennet tarifine nasıl bu kadar aykırı olunabilir?
İslam’ın cenneti bir varış yeri değil, bir seyahat tarzıdır. Yaşamı durduramadığımız gibi, cenneti aramaktan da vazgeçemeyiz. Bu arayış, sürekli bir oluş sürecidir./…/ Kur’an’ın güçlü ve çok yönlü mecazları, seyahatlerimi yönlendiren rehber işlevini üstlendiler./…/ Bana inşa edilecek daha iyi bir dünya vizyonu verdiler.(s. 380)
Bu dünyadaki cenneti, adaletin tam tesis edilmesi, demokrasinin koşulsuz uygulanması, ahlak ve liyakatin en ön sıralarda yer bulması olarak tanımlayanlar da var. Bunlar mevcutsa maddi zenginlik de peşinden gelir iddiasında olanlar pek çok. İbn Haldun’a kadar gidiyor bu. Tunuslu âlim Raşid Gannuşi bunu şöyle ifade ediyor: “İbn Haldun bir şeyin farkına vardı. Yönetici adil olduğu müddetçe toplumda ekonomi canlanmakta ve alınan vergilerin oranı da düşmekteydi. Bu ilişki artı ve eksi olarak birbiriyle bağlantılıydı.”
Kendimizi kurtarmak için toplumsal faaliyetlere ve gayretlere çok ihtiyacımız var. Öğüt vereceklere kapım açık benim.