Yaz bitiyor. Biraz daha uzatmanın bir yolu var mı diye dönüp duruyorum? Niye mi? Masamda yaz aylarında okurum diye ayırdığım kitaplar var. Bitiremedim hepsini. Olsun diyorum şimdi, yaz bitince okumayı kesecek değilim ya. Yine de bir tuhaflık var masamda. Galiba kuşlar masama yeni kitaplar taşıyorlar. Hem de kanatsız kuşlar.
Bugün size okuduğum bir kitaptan ilginç bir bölüm aktaracağım. Kitabın adı, “Kanatsız Kuşlar”. Yazarı bir İngiliz, Louis de Bernieres. Elimde bu kitabı gören bir yakınım, ‘Kanatsız Kuşlar adlı bir de televizyon dizisi vardı’ dedi. Ben kitabın, yakınım da dizinin konusundan bahsedince anlaşıldı ki benim elimdeki Kitapla dizinin bir alakası yok.
Lozan Antlaşmasının getirdiği mübadele hükümlerine kadar, Müslüman ve Hıristiyan kimliği ile bir arada barış ve huzur içinde yaşamanın çok güzel örnekleri vardır Anadolu’da. Kanatsız Kuşlar, Güneybatı Anadolu’nun bir kasabasında geçiyor. Acılar, sevinçler, hüzünler, aşklar hep bir arada yaşanıyor. Müslüman ve Hıristiyan iki din adamının önderliği kaynaşmayı sağlıyor. Sonra dünya harbi gelip çatıyor. Önce Ermeni Tehcirinin küçük de olsa bir izine rastlıyoruz Eskibahçe adlı bu kasabada. İlk acı böyle çıkıyor ortaya. Eskibahçe’nin delikanlıları cephelerde yerlerini alıyorlar. Kasabada çocukluğundan beri Mehmetçik diye anılan bir Hıristiyan delikanlı da cephede. Dünya Harbi bitiyor, milli mücadele başarıya ulaşıyor. Yazarın anlattığı biçimiyle söyleyeyim, işgale gelen Yunanlıların vahşeti bir tarafta Türklerin karşılık vermek zorunda kalışları öbür tarafta. Derken mübadele kararı… Eskibahçe’nin Hıristiyanları Yunanistan’a, Yunanistan’ın Müslüman Türklerinden bir kısmı Eskibahçe’ye. Elbette gelenlerde ve gidenlerde acılar, çığlıklar, özlemler…
Mübadele bizim bir arada yaşama kültürümüzü berhava mı etti acaba? Sadece Türkçe konuşabilen bir Rum kızının feryadını gösteren şu satırlar mübadelenin nasıl bir ortamda cereyan ettiğini göstermesi bakımından ilginç olsa gerek.
“Komite mülkümüzü değerlendirmeye geldiğinde hiçbirimiz çok endişelenmemiştik. Zaten sınırdışı edileceğimizi de düşünmüyorduk; çünkü biz Yunanca konuşamıyorduk. Yalnızca Leonidas Efendi biliyordu Yunancayı, bir de Peder Kristoforos./ “Biz Yunanlı değiliz, biz Osmanlıyız” dedik. Komite de “Artık Osmanlı diye bir şey yok. Eğer Müslümansanız o zaman Türksünüz. Eğer Hıristiyansanız ve Ermeni de değilseniz ve buralıysanız o zaman Yunanlısınız” dedi./ Biz de “Herhalde kim olduğumuzu biliriz biz,” dedik. Onlar da bizi görmezden gelip mülklerimizin değerlendirmesini yapmayı sürdürdüler”, (Kanatsız Kuşlar, s. 575, 3’üncü basım, 2005, Altın Kitaplar))
Şimdi keçi güden, savaşın bütün acılarını tatmış, işkencelere şahit olmuş, bunların etkisiyle kimseyle konuşmayan, savaş sırasında çeşitli beldelerde tecavüzlere şahit olduğu için evliliği ertelediği ve uzak durduğu eski yavuklusu Rum kızını kaza ile uçurumdan aşağı düşüren, aklı başından gitmiş sanılan Eskibahçeli İbrahim… Bakın kendisini nasıl anlatıyor:
“Bana Deli İbrahim demek hoşlarına gidiyor, yüzüme karşı bile söylüyorlar, çünkü anlamadığımı düşünüyorlar, ama içimde asla delirmemiş küçük bir kısım var. Bu küçük kısım, kafamın bir köşesinde yaşayan minicik bir adama benziyor. Bu adam benim delirmiş öteki yanımı izliyor, onun hakkında düşünüyor, onun hakkında yorumlar yapıyor ve bazen iyice delirdiğimde korkuyor. Kafamın içinde bir yere ya da bedenimim içinde bir yere gizleniyor ve tehlike geçene kadar ortaya çıkmıyor. Bu minik adam benim tamamen deli olmadığımı biliyor, keçileri gözeten, onları sahiplerine tam zamanında iade eden de o oluyor. Köpeğim Köpek’e sevgi gösteren de o minik adam. Dışarda, mezarların arasında kaval çalmayı da o biliyor ve müziği benim o öteki yanımı sakinleştirmek için kullanıyor./ … ben deliyim ve çocukluktan beri arkadaşım, (takma adıyla) Karatavuk bile benimle konuşmuyor, çünkü benimle konuştuğunda ona içimdeki deli cevap veriyor, deli olmayan minik adam susup kafamın bir köşesine gizlenip oradan izliyor./… Benim adım Deli İbrahim, bir zamanlar adım keçi çobanı İbrahim’di, bir mazeretim var benim ve bir de deli olmayan minik adam var kafamın bir köşesinde saklanan.” (s. 594)
Yunus Emre, “Bir ben vardır bende, benden içeru” derken bir mükemmeliyet arayışının yolunu öğretiyor bize. İbrahim ise içinde çatışan iki kişiliğin çekişmesini izlemek zorunda…
İbrahim’in haline benzer nice zat var gibi geliyor bana. Bunların içinde biraz delirmiş, belki daha doğru ve farklı bir tabirle biraz çılgın bir kişilik var, biraz da aklını ve ferasetini kaybetmemiş ikinci bir kişilik… Hangi kişiliğin ne zaman baskın olduğunu bilmek çok zor muhatapları için… Psikolojide bu hallerin yeri vardır sanıyorum.
Bu ikili kişilik yalnız bireylerde değil kurumlarda da var galiba.
Mesela İstanbul seçimlerinin yenilenmesi Ak Parti’deki çılgın kişiliğin bir dışa vurumu gibi duruyor. O çılgın kişilik elbette istişareye ve ortak akla kıymet vermeyecektir.
Denize düşen yılana sarılır misali İmralı mektubu ve Öcalanlardan birinin TRT’ye çıkarılması da öyle… Ak Parti’nin terörle mücadele söylemine ne kadar zarar verdi bu anlamsız gayret…
Kürt sorununu silahla çözme iştiyakı da aynı cümleden… 90’larda daha şiddetlisi denenen ve hiçbir sonuç alınmayan bir meseleyi çıkmaza sürüklemek ve Türkiye’nin gelişmesi önündeki en büyük engeli ıskalamak ancak ve ancak çılgın bir kişiliğin eseri olabilir.
HDP’de de bu ikili kişilik zaman zaman çok öne çıkıyor. Her şeyi siyaset içinde konuşulabilir hale getirmek isteyen ancak bir hayli zayıf bir tarafı var HDP’nin… Çılgın tarafı daha baskın, PKK ile ilişkisini kesmeyi bir türlü akıl edemeyen tarafı… Kandile dur diyemeyen tarafı…
Erdoğan-Bahçeli yönetimi üç belediye başkanını görevden alarak kişiliğinin hangi tarafını koydu ortaya sizce? Aynı soruyu S-400 meselesi için de tekrarlayabiliriz. İsterseniz soruyu şöyle değiştirelim. NATO’dan çıkmaya doğru giden bir anlayışla karşı karşıya gibiyiz. Biz çıkmak istemesek de yapılan işler bu sonucu doğurmaya teşne gibi duruyor. Bu hangi kişilikten kaynaklanıyor?
Zaman zaman kişiliğinin akıllı tarafını kullanmayı büsbütün unutanlar da oluyor. Son yazımda Mahir Ünal’ın demokrasi duyarlılığı ile ilgili bir sözünü ele almıştım. Mahir Ünal’ın nasıl bir demokrasi özürlüsü olduğunu vaktiyle serbestiyet.com adlı internet sitesinde Prof. Halil Berktay yazmıştı. Recep Peker gibi azılı bir demokrasi düşmanını rol model olmaktan çıkardığı için CHP’yi suçluyordu Mahir Ünal. Halil Hoca o yazıda söylediklerinin doğru çıkmasından dolayı kaygılarını son yazısında üzülerek ifade ediyor. Üstelik yazının başlığı bugün üstünde durduğumuz çoklu kişilikle bir ilgiyi de barındırıyor: AK Parti, yeni iktidar bloku, Recep Peker ve “çoklu kişilik bozukluğu”
Medyada bu ikili kişiliğin çok sayıda örneği var. Abdülkadir Selvi dünkü yazısında çok ilginç bir örneğini veriyor bu halin. Bir bakıyorsunuz deli tarafı baskın çıkıyor, bir bakıyorsunuz kıt olan aklı devreye giriyor. Şu satırlar akıl ve insaf sahibi birinin kaleminden çıkabilir mi?:
Abdullah Gül-Ali Babacan’ın kuracakları partiyi aralık ayına erteledikleri söyleniyor. Daha önce eylül-ekim ayı denilmişti. Hatta aralık da olmayabilir, 2020’ye kalabilir diyenler var. Acelelerinin olmayışı ufukta bir seçim olmamasından kaynaklanmıyor. Daha çok konjonktürle ilgili. Öyle ki temmuz-ağustos aylarında S-400’ler nedeniyle Türkiye’nin ABD tarafından cezalandırılacağı beklentisi hâkimdi. 1 yıl önce Trump’ın attığı tweet’lerle dolar 7.2’ye kadar tırmanmıştı. Bu kez de ağır yaptırımlar gelirse doların 9 liraya kadar tırmanmasını, ekonomide bir felaket tablosunun yaşanmasını bekliyorlardı. Ülkenin felaketinden kendilerine saadet çıkmasını hesap ediyorlardı. Krizin tam orta yerinde ekonomideki başarılarıyla Ali Babacan, gül gibi açacaktı. Ancak Trump beklentilerini suya düşürdü. Bekledikleri kriz gelmedi. Onlar da parti kurma çalışmalarını zamana yaymayı tercih ettiler.”
“Ülkenin felaketinden kendilerine saadet çıkmasını bekliyorlardı”, öyle mi? Kişinin kendisi nasılsa karşısındakini de öyle görürmüş. Kimlik ve kişilikleri belli bu insanlar hakkında böyle düşünebilmek için Bay Selvi içindeki hangi şeytanı harekete geçirdi acaba?
Düştüğü tenakuzun farkında değil. ‘Sorunlar ciddi’ başlığı altında söylediklerine bakın, Erdoğan-Bahçeli yönetimi meğer ülkeyi ne hale getirmiş:
“Siyaset dili kucaklayıcı değil, ayrıştırıcı. AK Parti bir süredir MHP dışında yeni partnerler edinemiyor. Reformcu kimliği ile büyüyen AK Parti, birkaç yıldır reformları unutup güvenlikçi politikalara yöneldi. Yargı düzeni ve demokrasi kalitemizde aksaklıklar yaşanıyor. Türkiye yabancı sermayeyi çeken bir ülke olma özelliğini kaybetmeye başladı. Batı dünyası ile ilişkilerimiz ise sorunlu. “Yeniden Asya” açılımını anlarım ama rejim kalitesi olarak Asya’ya savrulmayı kabul edemem”.
Bay Selvi, aslında Ak Parti’ye, “%51 adına ülkeyi ne hale getirdiniz” demek istiyor galiba…
Tayyip Erdoğan Ak Parti Genel Başkanı olarak 18’inci yıl toplantısında yaptığı konuşmada, “AK Parti ancak kendisi gibi olmaktan çıktığında misyonunu kaybeder. Tıpkı bu çatının altından ayrılanlar gibi milletle irtibatını kaybederek yolunu şaşırdığı gün AK Parti’nin de vadesi dolmuş demektir” diyordu. Abdülkadir Selvi galiba bunu hatırlatıyor. Yoldan çıkmak mı? Kendisi gibi olmaktan çıkmak mı? Hangisi? Belki ikisi birden…
Haa, bir zaafı daha var Abdülkadir Selvi’nin. Beşir Atalay ile Tayyip Erdoğan arasındaki konuşmanın püf noktalarını öğrenememiş. Öğrenip onları da yazsa ya… Yoksa neler konuşulduğunu öğrendi de yazmak işine mi gelmedi, ya da yazılmayacak yollu bir talimat mı aldı, kim bilir…
Şeyh Galib’i hatırlamanın tam yeri: “İnsafın o yerde nâmı yok mu?” İçindeki deliyi ya da çılgını zapt edemeyenler bu kadar değil. Daha var. Sırası geldikçe…