Türkiye’de son zamanlarda cereyan eden hadiselerin ve tartışmaların birbirinden kopuk olmadığını anlamamız ve adımlarımızı ona göre atmamız gerekiyor. Filistin meselesi, Ensar Vakfı dolayısıyla ortaya çıkan tartışmalar, Şehir Üniversitesine ve Bilim ve Sanat Vakfına layık görülen muamele, hatta Suriye sorununun aldığı veçhe birbirlerinden bağımsız değil. Hepsi aynı anlayışlar yüzünden içinden çıkılmaz hale geliyor.
Filistin meselesinde esip gürlemek serbest… Ne işe yarıyor bu bağırış çağırışlar diye sormak tehlikeli. “Kudüs kırmızı çizgimizdir” demenin bir anlamı olması için önce bazı müeyyideleri uygulayabilecek güce sahip olmak gerekiyor. Türkiye’nin şu haliyle böyle bir gücü yok. Dünyadaki diğer Müslüman ülkeleri bir takım müeyyideler uygulamak üzere harekete geçirme potansiyeli de yok. Diğer ülkelerin de zaten kendi aralarında bir birlik yok. Yeni Şafak’tan Taha Kılınç’ın 1 Şubat tarihli yazısından öğreniyoruz ki Rabıta, Mekke’de geniş katılımlı bir toplantı düzenliyor ve Libya’ya müdahalesi sebebiyle yayınlanan Sonuç Bildirgesinde Türkiye kınanıyor.
Türkiye yumuşak gücü önemsemez hale gelince sözünün gücü de azalıyor. Yumuşak güce sahip olmak için önce iç barışı sağlamak gerekiyor. Kürt meselesini halledemediğimiz için Suriye işinde her gün daha da büyük zorluklar yaşıyoruz. Demokrasimizi bütün kural ve kurumlarıyla güçlendirip hem Müslüman ülkeler hem batı dünyası karşısında itibarımızı zirveye çıkarmak varken tam tersi bir yol tutturduk. Bugün Rusya ile yaşadığımız sıkıntıları AB üyesi olsak ve arkamızda güçlü bir destekle Putin karşısına çıksak yaşar mıydık? En azından elimiz daha güçlü olmaz mıydı?
Neredeyse bütün Arap dünyasını karşımıza alarak mı İslam Dünyasının potansiyelini İsrail ve Amerika’ya karşı harekete geçireceğiz? Dikkat etmek gerekir ki hadise yalnızca Suriye ve Libya politikalarının doğru başlamış olsa bile şimdilerde yanlış sürdürülüşünden ibaret değil… Onunla at başı yürüyen içerdeki yanlış siyaset anlayışını da hesaba katmak gerekiyor. Bir korku atmosferidir hâkim etrafa ve hakikatleri dile getirmek kolay olmuyor. Küçük sohbet halkalarında konuşulanların agoraya çıkamayışı bir sorun… Tartışamayan bir Türkiye meselelerini halledemez…
Yumuşak güce sahip olmak için ekonominin de sağlam temellere oturması gerekiyor. Bir türlü katma değeri yüksek üretim zincirini oluşturamadık. Hala inşaat esası üzerinden yürüyoruz, önceliklerimizi belirlemekte rasyonalite geri planda kalıyor. Onun için de varsa yoksa Kanal İstanbul diyoruz. Kanal İstanbul Türkiye’nin öncelikler sıralamasında nereye oturuyor, bunu akıllı uslu bilimsel temeller üzerinden açıklayan yok. Tasarrufları ve sermaye birikimi yetersiz bir ülkeyiz biz. Bu durumda dış sermayeye muhtacız. Onun da gelmesi için hukuki güvenceye ihtiyaç var. Açıkça yargıya talimat verdiğini söyleyen bir siyasal liderlik varken hukuki güvenceden bahsetmek biraz tuhaf kaçıyor diyeceklere sözüm yok… Yabancı bankalardan kredi arayan iş adamlarının ‘yatırım için Türkiye’yi değil başka bir ülkeyi seçin’ teklifine maruz kalmaları acı değil mi?
Ensar Vakfının eski başkanlarından rahmetli Ahmet Şişman benim de eski arkadaşlarımdandı. Onunla vefatından bir süre önce Saraybosna’da beraber olmuş, tepelerden şehri seyretmiş, şehitlere Fatiha okumuştuk. Başkent Gazın sahipleri olan Torun ailesiyle Ahmet Şişman’ın bizim talebelik yıllarımıza dayanan bir dostluğu vardı. Beyazıt’taki Platin Kahvehanesiydi buluşma noktası… Torun ailesinin Ensar Vakfına ilgisi buradan mı geliyor, yoksa Torunlara Ensar Vakfına Kızılay üzerinden bağış yapması başka bir takım mahfillerin mi arzusu, bunu tam bilmiyorum. Ama hem Kızılay hem Ensar Vakfı için hoş olmayan bir algıya yol açıldığı çok açık. Vergi işlerine aklım ermez, ancak bu konulardan anlayan birisine “niçin Başkent Gaz doğrudan Ensar Vakfına yapmıyor da bağışı, Kızılay araya giriyor” diye sordum. Bana “doğrudan Ensar Vakfına yapılan bağış halinde ancak net kazancın %5’lik kısmı vergiden muaf oluyor, oysa Kızılay kanalıyla yapıldığında bağışın tamamı vergiden muaf oluyor” diye bir açıklama getirdiler. Bunda bir tuhaflık seziyorum ama devletimizin işlerine akıl ermez deyip çıkıyorum işin içinden. Bu arada da yeni bir kavramla tanışmış olduk: Vergiden kaçınmak… O halde bana getirilen izahta bir eksiklik yok diyebiliriz.
Yeri gelmişken sivil toplum kuruluşlarındaki kayıt dışılığa da temas etmek gerekiyor.
Demokratik bir toplumun en önemli vasıflarındandır şeffaflık… Bir de hesap verebilir olmak… Ben son zamanlarda gerek belediyelerden yardım alan vakıf ve derneklerin, gerek son çalkantılarda adı geçen sivil toplum kuruluşlarının internet sitelerinde yaptığım gezintilerde gelir-gider tablosu, denetim raporları namına pek bir şey görmedim. Bu konuya daha önce de başka bir vesileyle temas etmiş ve şöyle yazmıştım: “Hangi sivil toplum kuruluşu, topladığı bağışın ne kadarını nerelere dağıtıyor, ne kadarını genel hizmetlere ayırıyor, hiç değilse yüzde olarak, bilen var mı?”
Hesap vermekten hoşlanmıyor muhafazakâr camia. Hatta yalnız muhafazakâr camia değil nerdeyse bütün toplum hoşlanmıyor bundan. Yalnız İHH Vakfını sanırım hariç tutmam gerekiyor. Onların sitesinde benim anlamakta zorlanacağım türden bilgiler var. Keşke toplanan yardımların ne kadarını genel hizmet olarak kullanıyorlar, onu da görebilseydim. Ensar Vakfı’nın internet sitesinde bu türden hiçbir bilgiye rastlamıyorsunuz.
Belediyelerle ilişkisi dolayısıyla gündeme gelen diğer vakıf ve derneklerde de benzer bir hal söz konusu. Belediyelerle olan ilişkilerine dair bir kamuoyu açıklaması var bazılarının sitelerinde. Demokratik kurallara uymayı sadece partilerden ve yönetimlerden beklemek olmaz, toplum bir bütün olarak içselleştirmeli demokrasiyi.
Kayıt dışılıkta, şimdi FETÖ diye anılan anlayışın dernek ve vakıflarının eline kimse su dökemez. Himmet diye topladıkları menkul ve gayrimenkulleri nereye harcadılar, kimlere dağıttılar, bu paralarla hayır mı şer mi işlediler, bilinmiyor. Ne kendileri bu konuda bir açıklamaya gerek gördüler ne de bunu açıklamaları yönünde bağışçılardan ve toplumdan bir talep ve baskı geldi.
Bir zamanlar Batıda bir yardım kuruluşunun bilançolarını şeffaf bir şekilde açıkladıktan sonra topladığı yardımların önemli ölçüde arttığını okumuştum.
Bir konuya daha değinmek istiyorum. Bende mi yanlış bir algı var acaba, birçok vakıf veren el değil alan el durumuna girmiş. Oysa bizim bildiğimiz Vakıf kavramı, kendi gelirini temin etmek için başkasına el açmayan bir mana ile mücehhezdir. Vakıflar kurulurken gelir kaynakları ile ilgili bir takım şartlar olduğunu biliyorum ama demek ki pratikte çalışmıyor. Kamu kaynaklarına göz dikmek vakıf kavramının bizdeki kudsi manası ile açıkça çelişiyor. Bu kaynaklardan mahrum kalmamak için kendi eski ve sadık mensuplarını, özür dilerim biraz kaba olacak ama açıkça satmak gibi davranışlara şahit olmadık mı? Haram yemeyin diyenlerin bu tür hak yemelerini nereye koymalı, bilmem ki…
Türkiye’de zaten sivil toplum kuruluşlarının soluk alabileceği bir ortam yok, sesler gitgide kısılıyor. Tartışamayan, tartışmaktan korkan bir toplum olma yolunda hızla ilerliyoruz. Ben sadece siyasal tartışmalardan söz etmiyorum. Eğitim politikalarını, para politikalarını, makro ve mikro ekonomi politikalarını tartışmak cesaret istiyor. Ekonomideki sıkıntıları dile getirebilen bir işadamları derneği biliyor musunuz mesela? Varlıkları enflasyon ve yükselen dövizle gün be gün azalanlardan bile ses çıkmıyor, çıkamıyor…
Şehir Üniversitesi ile Bilim ve Sanat Vakfına layık görülen muameleyi hiç değilse içine sindiremediğini söyleyebilen bir başka Vakıf Üniversitesine ya da bu üniversitelerde çalışanların toplu bir itirazına şahit olan var mı? Değerlerimizi korumak ve üstüne titremek gerekiyor…