Son günlerin en ilgi çeken konularından biri Kazakistan’da olup bitenler. Olayların sebebini izah babında pek çok şey okuyoruz. Gelir dağılımındaki adaletsizliği sebepler arasında sayanlar var. Yapılan son LPG zammını olayların tetikleyicisi olarak gösterenler de çok. Bu konular çok yazılıp çizildiği için detaya girmek istemiyorum. Ben farklı iki konuya dikkat çekmek istiyorum.
Kazakistan olaylarının iyi bir tahlilini ve sebeplerini eski Moskova Büyükelçisi Ümit Yardım’ın, Ankara Sosyal Bilimler Vakfı’nın internet sitesinde çıkan yazısı çok iyi anlatıyor. Sebebini sökemedim ama bu yazının çok ihtiyatlı çehresi benim dikkatimi çekmedi değil. Konuyla ilgili bir başka yazı daha var. Oliver Roy bizde daha çok “Siyasal İslamın İflası” adlı kitabıyla bilinir. Ama onun “Yeni Orta Asya ya da Ulusların İmal Edilişi” adlı bir kitabı olduğunu da biliyoruz. Haber Türk’te Kürşat Oğuz, Roy’la yapılmış bir konuşma yayınladı. “Kazakistan’dan yola çıkıp devrim de olmaz bahar da…” başlıklı bu yazıda da gelecekte neler olabilire dair fikirler var.
Kazakistan’daki üzücü ve ileriye doğru olumsuz pek çok etkileri olacak olayları önlemenin bir yolu var mıydı? Vardı diyelim, ancak bu tedbirlerin çok önceden gündeme taşınması gerekmiyor muydu? Bu konulara dikkat çeken ve Kazakistan yönetimini uyaranların sözlerine kulak verildi mi? Uyarıların kişilerle beraber Türk Dünyasının maruz kalabileceği can sıkıcı olayları ortaya çıkmadan çok önce öngörebilecek bir topluluk tarafından yapılması daha iyi olmaz mıydı?
İnsan ister istemez üzülüyor. Türk Dünyasındaki devletler bağımsızlıklarını kazanalı otuz yıl olmuş, fakat içlerinde günümüzün kabul edilmiş yönetim standartlarına ulaşan bir tane bile yok.
Türkiye bu devletlere ağabeylik yapma gibi bir yanlışa düşmüştü bir zamanlar. Ak Parti’nin ilk döneminde bu yanlışlıktan vaz geçildi ve çıkar paralelliği istikametinde daha sağlıklı iş birlikleri geliştirilme gayretine girildi. Elbette bu arada Türkiye’nin her alanda gösterdiği gelişme, ama özellikle demokrasi ve hukuk alanında attığı adımlar ve bu sayede elde edilen ekonomik refah ve uluslararası saygınlık, Türkiye’nin Türk Dünyasındaki devletler tarafından tabii bir örnek olarak algılanmasını sağladı. Eğer bu hal devam ettirilebilseydi Türkiye ağabeylik taslamadan ağabey konumuna yükselebilecekti. Böylece hem Türkiye hem de Türk Dünyasındaki devletler bugünkü durumlarından her bakımdan çok daha iyi bir konumda olacaklardı. İşte bugün Türkiye ekonomik sıkıntılarla boğuşuyor, Kazakistan iç karışıklığın eşiğinden dönmüş görünüyor. Yine de acaba gerçekten döndü mü demekten kendimizi alamıyoruz. Üstelik Rusya’nın sözünden çıkamaz bir konuma getirdi bu olaylar Kazakları.
Türkiye’nin niçin 2014’ten sonra önceki on iki yılda elde ettiği kalkınma ve gelişme ivmesini negatife döndürdüğünün detaylarına burada girmeyelim. Girmeyelim ama sadece şu iki noktayı belirtmekten de geri kalmayalım: Demokrasi ve hukuk zaafları.
Bir hafta kadar önce televizyonda acaba izlenecek bir şey var mı diye dolaşırken, Ak Parti’nin baş destekçilerinden olduğunu iddia eden Doğu Perinçek’in kanalı Ulusal Kanal’da Kazakistan diyen bir ses duydum. Kulak kesildim. Kazakistan olaylarını anlatırken araya “bundan birkaç ay evvel Abdullah Gül’ün Kazakistan’a gittiği ortaya çıktı” gibisinden bir cümle sıkıştırdılar. Kızgınlıkla geçtim o haberi ama daha sonra acaba Abdullah Gül Kazakistan’da ne dedi de bunlar ona hücum ediyorlar merakına düştüm. Belli ki Abdullah Gül’ün Orta Asya’ya yönelik öngörüleri, bir zamanlar sahibi olduğu 2000’e Doğru Dergisinde benimle de çekişmiş olan Doğu Perinçek’i rahatsız etmişti. Anlaşılan söylenenler Çin’i de ilgilendiriyordu ve Çin’in Türkiye’deki sözcüsü Perinçek hemen kulaklarını açmıştı.
Astana Club diye bir oluşum var. Toplantılarına Orta Asya konusunda bilgi sahibi ve yönetim alanında başarılarıyla bilinen şahsiyetleri çağırıyorlar. Abdullah Gül’ün internet sitesinden öğreniyorum ki hem 2017’de hem de 2021’de Gül bu toplantılara katılmış ve Orta Asya ülkelerinin geleceği ile ilgili önerilerini sıralamış. Mesela 2017’de Astana Club Etkinliğinde Yaptığı Konuşmada Avrasya entegrasyonunun geleceğine dair düşüncelerini paylaşmış. İşbirliğinin zorluklarını irdelerken birkaç noktayı öne çıkarmış ve özellikle şunu vurgulamış: “Bölgede işbirliğine yönelik birkaç önemli tehdit var. Bu sorunların tırmanmadan önce yönetilmesi önemlidir, aksi takdirde yönetilmesi ilerde çok daha zor hale gelir.”
Tehditlerin birincisi olarak radikal siyasi fikirlerin yükselişine işaret eden Gül, bunların doğası gereği dini olduğunu söyledikten sonra Myanmar’ın üniter bir Budist ülke fikrine dayalı olarak Müslümanlara uyguladığı baskıyı örnek veriyor. Bu baskıların Avrasya’daki selefi grupların işine geldiğini söyledikten sonra ilave ediyor: “Asya ülkeleri dini gruplara karşı baskıcı olmaya devam ederse, bölgesel devletler ile küresel güçler arasında güvensizlik yaratabilecek bir şiddet sarmalı görüyorum.” İster istemez Afganistan’ı hatırlıyor insan. Kazakistan’da henüz böyle bir durum yok ama Orta Asya ülkelerindeki potansiyel tehlikeyi görmezden gelemeyiz.
Diğer bir tehdit olarak ekonomik büyüme ile şehirleşme ve nüfus hareketlerinin yol açabileceği sorunların birlikte çözümünde ortaya çıkacak güçlükler ele alınıyor. Burada denge sağlanamazsa Asya ülkelerini bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor Abdullah Gül.
Sırada popülizm var. Bugünlerde de en çok tartışılan hususlardan biri. Şöyle diyor Cumhurbaşkanı Gül: “Popülizm başka bir meydan okumadır. Doğu ve Batı’daki liderlerin diğerini düşman olarak göstererek destek toplaması kolaydır. Bu popülist reflekse boyun eğmemeliyiz. Bu duygular kısa vadeli siyaseti körükleyebilir, ancak gelişmekte olan ülkelerin siyasi iklimlerine zarar veriyorlar. Bu duyguları uzak tutan ülkeler uzun vadede daha başarılı olacaklardır.”
Abdullah Gül, 2017 konuşmasını şu ikazla bitiriyor: “Yönetim sistemlerimizin siyasi gelişimini de ihmal etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Açık bir toplum, düşünce ve ifade özgürlüğü Batılı idealler olmanın ötesinde evrenseldir. Siyasetin potansiyel tuzaklarını aklımızda tutarken bunu ciddiye almak zorundayız.”
Kazakistan’ın bağımsızlığının 30’uncu yılına denk gelen 2021’deki toplantı, 22 Kasım’da yapılmış. Yani Kazakistan’daki olaylardan kırk gün önce. Abdullah Gül orada bir ümidini belirterek girmiş ‘‘Büyük Avrasya: Dünyanın Geleceğinin Yeni Vizyonu’’ başlıklı konuşmasına ama olaylar o ümidi, en azından şimdilik biraz havada bırakmış. Şöyle demiş Abdullah Bey: “İnanıyorum ki Kazakistan’ın geleceği daha da parlak olacak ve bu ülke Avrasya ve ötesinde barış, güvenlik ve istikrarın garantörlüğünü yapacaktır.”
Abdullah Bey, her zamanki iyimserliği ile 21’inci yüzyılı savaşlardan arınmış görmek istiyor. Şimdiye kadar Asya’da hakimiyet kurmak için yapılan savaşları ele alarak şöyle bir manzara çiziyor: “Tarihin öğrencileri olarak, hepimiz biliyoruz ki Asya’ya yönelik büyük güçlerin mücadelesi önceki yüzyıllarda bu topraklara sefalet, yıkım ve ölüm getirdi. 19. yüzyıldaki Büyük Oyunu veya Soğuk Savaş yıllarındaki silahlı çatışmaları hatırlayalım. Umuyorum ki 21. yüzyılın başka bir hikayesi olacak, büyük güç mücadelesi çatışmaya dönüşmeyecek ve bu yüzyıl işbirliği ve barışçıl bir şekilde birlikte yaşamanın devrini teşkil edecektir. Amacımız bu sefer yeni bir hikâye yazmak olmalı ve uluslararası siyasetteki mevcut değişimlerden vatandaşlarımıza daha iyi hayatlar sunacak gelişim kanalları elde etmek suretiyle yararlanmalıyız.”
Ben konuşmada önemli bulduğum şu satırların altını çizdim: “Uluslararası sistemin her üyesi uluslararası hukuk ile birlikte kural temelli uluslararası düzene saygı duymalı ve ikili ve çok taraflı problemlerini barışçıl bir şekilde diplomasi aracılığıyla çözmeye kararlı olmalıdır.”
Abdullah Bey, çok önceden beri hem İslam ülkelerini hem de Türkistan bölgesindeki ülkeleri içlerine Türkiye’yi de katarak “evimizi kendimiz bir düzene sokalım, yani gerekli reformları kendimiz yapalım, başkalarının olur olmaz müdahalesine imkân vermeyelim” diyerek ikaz eder. Her ne kadar bu ikaza darbeye çağrı diye bakan kötü niyetliler olsa da haklı ve yerinde bir ikaz olduğu müteaddit defalar ortaya çıkmış bir gerçek var ortada. Astana Club üyeleri önünde de bu çağrısını şöyle tekrarlamış: “Ancak bu tür akılcı davranışları sadece vatandaşlarının iyiliğini ve refahını her şeyin üstünde tutan sorumlu hükümetlerden bekleyebilirsiniz. Diğer bir deyişle, işbirliğine ve birlikte çalışmaya dayalı barışçıl bir uluslararası sisteme ulaşmak için her ülke önce kendi evini düzene koymalı ve hukukun üstünlüğü, iyi yönetişim ve evrensel insan haklarına saygı gibi temel kriterleri karşılamalıdır. Bu temel ölçütleri hiçe sayan otoriterliğe meyletmemelidirler.”
Gül bu konuşmasında dünyanın her coğrafyasında gittikçe artan popülizm ve otoriter anlayışlara yönelmenin tehlikelerine de dikkat çektikten sonra bakın neler söylüyor: “Bunu, özellikle büyük güç rekabetinin geri döndüğü bir dönemde, Avrasya’nın geleceği için tehlikeli bir eğilim olarak görüyorum. Baskıcı iç politikalar uygulayan ve saldırgan, hasmane dış politikalar izleyen otoriter rejimler, uzun vadede sadece iç huzursuzluklara yol açmayacak, aynı zamanda uluslararası barış ve güvenliği de tehlikeye atacaktır.”
Naziler dönemini ve soğuk savaş yıllarını bu anlamda zikrettikten sonra da şu noktaya dikkatimizi çekmeye çalışıyor: “Otoriter bir hükümet, küçük bir yönetici grubun çıkarlarını tüm toplumdan daha önemli hale getirdiğinden dolayı, uluslararası güvenlik için her zaman bir tehdit oluşturur. Güçlerini yurt içinde pekiştirmek için saldırgan bir dış politika uygularlar. Bu nedenle, devam eden bu eğilime karşı uyanık olmalıyız ve güçlü devletler kurmak adına vatandaşların hükümetleri üzerindeki denetiminden asla vazgeçmemeliyiz.”
Abdullah Gül, kurumlar güçlü olmadan güçlü demokrasi olmaz fikrini eskiden beri savunagelmiştir. Kurumsal hafızalarını kaybeden demokrasilerin güç kaybına uğrayacağını söylemekten de geri kalmamıştır. Bu fikrini Astana Club üyelerinin ülkelerine de taşıyacağı ümidiyle olsa gerek, tekrarlamak ihtiyacı duyuyor: “Her şeyden önce, kalkınma ve ekonomik büyüme için hem kısa hem de uzun vadede kurumlar ve toplum yapısı çok önemlidir. Sadakati liyakatin önüne koyan, düşünce özgürlüğünü ise parti politikalarına veya doktrinlerine feda eden otoriter hükümetler zaman içinde canlı bir sivil toplumu ve yaratıcılığını kaçınılmaz olarak yok edecektir. Bu kaçınılmaz olarak sınırlı inovasyona, daha yavaş ekonomik büyümeye ve daha az refaha yol açacaktır. Başka bir deyişle, toplumu kontrol etmeye yönelik katı otoriter önlemler, sürekli ekonomik büyüme ve müreffeh bir toplum meydana getiremez.”
Bu ifadelerdeki “Toplumu kontrol etmeye yönelik katı otoriter önlemler” zaman zaman yerini “Yukarı bakma” filmindeki eşdeğerine bırakıyor bilindiği gibi. Hakikati boğmak için enformasyon bombardımanına tutmak ya da hakikati umursamaz bir hava doğurmak ve belki de hakikati düşman söylemi derekesine düşürmek… Popülist anlayışların yeni yöntemi…
Burada önemsenmesi gereken bir vurgu daha var. Hem İslam dünyasında hem Türk dünyasında hem de Türkiye’de eksikliğini can yakıcı bir şekilde hissettiğimiz canlı bir sivil toplum ve onun yaratıcılığı…
Abdullah Gül realist aynı zamanda. Ama kurumlardan vazgeçmiyor: “Tüm Avrasya ülkelerinin demokratik olması ve liberal değerleri benimsemesi gerektiğini tartışmıyorum. Gerçek bir demokrasinin kurulmasının uzun bir süreç olduğunu ve kısa sürede gerçekleşemeyeceğini biliyorum. Demokratik kültürün kök salması için sadece devlet yapısının kurumsal dönüşümüne değil, aynı zamanda insanların zihinlerinde de bir dönüşüme ihtiyaç vardır…”
Son bir alıntı yapmazsam Abdullah Gül’ün Türk dünyasında nelerin yapılması gerektiğine dair fikirlerini iyi yansıtmamış olurum gibi bir duyguya kapıldım. O halde izin verin şu iki paragrafla bu konuyu kapatalım: “Bugün üzerinde durduğum şey, coğrafyamızın uluslararası barışı, güvenliği ve istikrarı için devletlerin otoriter eğilimlerden kaçınması ve demokrasi olmasalar bile en azından hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, iyi yönetişim ve hesap verebilirlik gibi temel bazı kriterleri benimsemeleri gerektiğidir./ Bu kriterlerin uygulanması, otomatik olarak ekonomik kalkınmayı teşvik edecek ve refahın toplumlar nezdinde adil dağılımını sağlayacaktır. Hepinizin bildiği gibi, ülkelerin ekonomik refahları ve dış ekonomik bağlantıları arttığında, iç ve dış sorunlarını kuvvet kullanarak değil, barışçıl yollarla çözmeye daha meyilli olacaklardır.”
Nazarbayev, bağımsızlıktan bu yana Kazakistan yönetiminin baş kişisiydi. Elbette Sovyetler zamanından kalma bir insan için her şeyi liberal anlayışlar ve demokratik usuller etrafında götürmesini beklemek çok doğru olmaz. Yine de ekonomide ve hayatın diğer alanlarında liberal politikaları uygulama kaygısından söz edebiliriz. Çin’in aksine ekonomide liberal diğer alanlarda alabildiğine otoriter bir tarzı olmadı Nazarbayev’in.
Astana gibi muazzam yatırımlarla ortaya çıkan bir başkent onun eseri. Bunun doğruluğunu ve bozuk bir gelir dağılımı haritası içinde zamansızlığını tartışanlar varsa da jeopolitik olarak doğru olduğu kanaatini taşıyanlar da çok.
Nazarbayev’in yaptığı doğru işlerden birisi de eğitime verdiği büyük önemde ortaya çıkıyor. Türkiye’ye, Amerika’ya, Çin’e ve Avrupa’ya binlerce öğrenci gönderdiği biliniyor.
Oligark, oligarşik düzendeki yöneticilere verilen isimdir. Günümüzde oligark dendiği zaman Rusya’daki ve Orta Asya ülkelerindeki büyük şirketlerin sahipleri olan isimler kastedilmektedir. Rus Oligarklar, 1990lı yıllarda komünizmin yıkılmasından sonraki düzende ortaya çıkmışlardır. Kazakistan’da ise aile bağlı oligarkları görüyoruz. Böylece Nazarbayev ailesininki de dahil olmak üzere aile zenginleri diyebileceğimiz tiplerle karşılaşıyoruz. Bu oligarklardan birinin Abdullah Gül’e halktaki ekonomik rahatsızlıklardan ve gelir dağılımındaki adaletsizlikten şikâyet ettiğini duymuştum. Ayrıca belirtmek gerekir ki oligarklar ve gelir dağılımı problemi sadece Kazakistan’ın değil bütün Türk Dünyasının sorunudur.
Nazarbayev en güçlü olduğu bir dönemde siyasi transformasyonu yaptı ve başka Orta Asya devletlerinde olduğu gibi aileden birini yerine geçirmeyi düşünmedi. Aksine Kasım Cömert Tokayev gibi Birleşmiş Milletlerde büyükelçi olarak görev yapmış, dışişleri bakanlığı ve senato başkanlığında bulunmuş, İngilizce, Rusça ve Çince konuşabilen saygın bir ismi yerine uygun görmüş ama yine de ipleri elinde tutma gibi bir yanlışlığa düşmekten kendini alamamış. Aslında parlamenter sistemin yolunu açan, reformları inanarak yapan Nazarbayev’den son kaosu öngörmesi ve ona göre davranması beklenirdi. Aile fertlerinin hırsıydı belki de onu bu tedbirden alıkoyan. Zira Kazak kamuoyunda ailenin bir antipati yarattığı belli oluyordu. Şimdi haberler gerçekse Nazarbayev’in damatları ve yakınları kamudaki görevlerinden ayrılıyorlar. İrade kimin, Tokayev’in mi, Nazarbayev’in mi, tam belli değil.
Nazarbayev’in dikkati ve feraseti Kazakistan’ın iki önemli potansiyel sorunu kazasız belasız atlatmasını sağladı. Bilindiği gibi Kazakistan’ın Rusya ve Çin ile oldukça uzun bir sınırı var. Nazarbayev hiçbir sınır problemi yaşatmadı ülkesine.
Sovyetlerden kalma nükleer silahlar ve Kazakistan’daki Baykonur uzay istasyonu gibi hassas meseleleri diplomasi ile çözerek kavga potansiyeli büyük bu problemlerden Kazakistan’ı sağ salim çıkarması da Nazarbayev’in başarı hanesinde yer aldı.
Türk Dünyasına önem veren Nazarbayev Türkiye’nin önerisiyle ‘Türk Konseyinin Ömür Boyu Onursal Başkanı’ da olmuştu. Abdullah Gül ile birlikte hac vazifesini ifa ettiği de medyaya yansımıştı.
Tokayev’in Ortak Güvenlik Antlaşması Örgütünü daveti ve güvenliği sağlamakta gösterdiği acziyet Kazakistan’ın geleceğinde bağımsızlık ülküsünü zedeleyecek bir unsur gibi duruyor. Yine de bu güçlerin ülkeden gönderilmesini sağladı Tokayev, kendi adına bir başarı. Ne olursa olsun bu işten Rusya’nın kârlı çıktığı açık.
Olivier Roy’un yukarda bahsettiğim konuşmada bu noktaya ait soruya verdiği cevap şöyle. Önce soru: “Kazakistan hükümetinin ülke sokaklarında Rus askerlerini görmekten mutlu olduğunu mu düşünüyorsunuz?” Roy’un bu konudaki genel kanaati “Orta Asya’nın otokrat liderleri ya da diktatörleri kendi konumları tehdit altına girdiğinde, eski sömürgeci gücü yardıma çağırıp sırtlarını ülkenin milli menfaatlerine çevirmekte tereddüt etmiyorlar” şeklinde. Soruyu şöyle cevaplıyor Roy: “Kazak halkı kesinlikle mutlu değil ama Kazak hükümeti mutlu zira şu anda Ruslara ihtiyaçları var. Zaten kendileri çağırdılar. Neden çağırdılar peki? Çünkü büyük ihtimalle yönetici seçkinler içindeki çatışma çok güçlü olmayan Kazak ordusunda da polisinde de istihbarat servisinde de yaşanıyor. Özetle Cumhurbaşkanı Tokayev kendi güvenlik güçlerine güvenmiyor. Bu yüzden Ruslara ihtiyacı var.”
Girişte iki konuyu ele alacağımı söylemiştim. Şimdi sıra ikincide. Türk Konseyi olarak başlayan ve geçtiğimiz Kasım ayında adı Türk Devletleri Teşkilatı olarak değiştirilen önemli bir kuruluşumuz var. Bu Teşkilata üye ülkeler Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkiye. Gözlemci ülkeler ise Macaristan ve Türkmenistan. Türkiye bu teşkilatın büyüyüp gelişmesi ve ilgi alanlarını çeşitlendirmesi için çok gayret etti.
Kazakistan’daki olayların Türk Devletleri Teşkilatı’na karşı dış güçler tarafından organize edildiğini söyleyenler bile çıktı. Kürşad Oğuz bu yazının giriş bölümünde yer verdiğim yazısında bunu “Yakın zamanda Le Monde’da bir yazı yayımlandı. Kazakistan’daki olayların Türk Devletleri Teşkilatı’na karşı çıkarıldığı söyleniyor” diyerek Olivier Roy’a fikrini soruyor. Roy buna inanmadığını belirtiyor. Yeri gelmişken bu dış güçler söylemine her zaman gülüp geçtiğimi söylemek zorundayım. Türkiye’de de sık sık başvurulan bu söylemi sarf edenler için “dış güçlere mani olamayan bir yönetim,… Vay başımıza gelenler…” dense yeridir.
Demem o ki bu Türk Devletleri Teşkilatı önemli işler başarabilir. Ancak bir korkum var. Biliyorsunuz İslam İşbirliği Teşkilatı da benzer gayeler için kurulmuştu. Onun tarihi çok daha eski. Bu teşkilatın internet sitesinde adı İngilizce “Organisation of Islamic Cooperation” olarak yazıyor ve hemen altında “The Collective Voice of The Muslim World” diye bir ibare var. “Müslüman Dünyanın Ortak Sesi” diye çevrilebilir Türkçeye. Bu ortak sesi duyan var mı? Formun Altı
İsrail’in Filistin’deki zulmüne karşı 50’den fazla üyesiyle çaresiz kalan bir teşkilat bu. Bunun en önemli sebebi yönetim, hukuk, refah düzeyi, gelir dağılımı adaleti ve demokrasi gibi alanlarda evrensel standartları yakalayamamış üyelerinin acınası durumudur. Türk Devletleri Teşkilatı için böyle bir ithama şimdilik hakkımız yok ama ümidimiz de çok fazla değil.
Kazakistan olaylarından alınacak çok dersler var. Türk Dünyasındaki ülkeler sorunlarını uluslararası sorun niteliği kazanmadan kendi kendilerine çözmeyi başarmalılar.
Maşaallah…ciddi bir çalışmanın ve tefekkürün ürünü olarak yazılmış bir yazı…zihninize bilginize sağlık…
İsabetli ve aklıselim değerlendirmelerinizle bizi aydınlattığınız için teşekkür ediyoruz.