Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Kavala kararı üzerine, “bizim mahkemelerimizi tanımayanları biz tanımayız, bu konuda AİHM ne demiş, Avrupa Konseyi ne demiş, bu da bizi çok ilgilendirmiyor” derken Avrupa Konseyinden çıkıyoruz demek istemiş olabilir mi? Böyle bir adımın Türkiye’ye nelere mal olacağının etraflıca tartışılması gerekir. Avrupa Konseyi bir demokrasi enstitüsüdür ve orayı terk edenlere takdir hisleriyle bakılmaz.
Her ne kadar ben Avrupa Konseyinden çıkışı zayıf bir ihtimal olarak görüyorsam da kaygılarım yok değil. Türkiye’nin tutturduğu yolu geçmişe ve geleceğe doğru değerlendirince bunun en azından gündeme getirilebileceğini ve popülist söylemler etrafında “siz de kim oluyorsunuz” diklenmesine taşınabileceğini aklımdan geçiriyorum.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir ikilem içinde mi acaba? Şu sözlerin üzerinden çok geçmedi: “Kendimizi Avrupa’da görüyoruz, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz.” Daha yenisi de var, 13 Ocak 2022’de: “Avrupa Birliği, stratejik önceliğimiz olmayı sürdürüyor. Nitekim bu yönde gayret göstermeye devam ediyoruz” derken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türkiye’ye ilişkin davalardaki tavrından habersiz değildi.
Bilindiği gibi Avrupa Konseyi ile Avrupa Birliği arasında doğrudan bir bağ olmamakla birlikte, Avrupa Konseyi Avrupa Birliğinin öncü kuruluşudur. Pek çok alandaki Avrupa Birliği standartları Avrupa Konseyi’nin mutfağında hazırlanmıştır. Türkiye’yi Avrupa Konseyi nezdinde büyükelçi olarak temsil etmiş olan Erdoğan İşcan’ın beş bölümlük yazı dizisinin birincisinde belirttiği gibi “Türkiye’yi uluslararası toplumla bütünleştiren, çok taraflı diplomasi düzleminde dış siyasetinin temel güvencelerini oluşturan üç ana köprü var”. Bunlardan biri Avrupa Konseyi, diğerleri ise Birleşmiş Milletler ile Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı ya da kısa adıyla NATO’dur. Avrupa Konseyini ve Konseyin Türkiye açısından ne ifade ettiğini anlamak isteyenler için çok iyi bir kaynak İşcan’ın yazıları. Dördüncü köprü Avrupa Birliğidir. Bu köprüye doğru yürüyüşümüzün temposu şu sıralarda bir ileri iki geri adım halinde… Gittikçe uzaklaşıyoruz. Avrupa Birliği bir kurallar manzumesi demek. Kurallardan pek hoşlanmadığımız açık. Keyfilik daha cazip geliyor bize. Bu da otokratik yönetimlerin mümeyyiz vasfı. Fakat böylece hem ülkenin saygınlığı azalıyor hem de halkın refah seviyesi gittikçe irtifa kaybediyor. Bana kızanlar olacak, biliyorum, onlar 10 sene önceki Türkiye ile bugünü kıyaslamalılar önce.
Avrupa Konseyi’nin önemi nereden geliyor? Bu soruyu cevaplarken iki kavramı öne çıkarmak gerekiyor. Bunlardan birisi kalkınma, diğeri gelişmedir. Kalkınma, daha çok mal ve hizmet üretme olarak tanımlanabilir. Daha çok altyapı, daha çok köprü, yol, baraj ve benzeri yatırımlardır. Kesintisiz elektrik, gaz ve su teminidir. Gelişme ise kısaca, daha çok demokrasi olarak tanımlanabilir. Hukukun üstünlüğü, demokrasinin kurum ve kurallarıyla işler halde olması, ifade özgürlüğünün sağlanması, yolsuzluk ve rüşvetin azalması, şeffaflığın tesis edilmiş olması, düzgün bir gelir dağılımının sağlanması, hesap verebilir bir yapının kurulmuş olması, eğitim kalitesinin artması, kültürel ortamın durumu gibi hususlar gelişmenin seviyesini belirler. Mahfi Eğilmez bu kavramları kısa zaman önce bizdeki ekonomi yönetiminin Çin modeli diye ortaya attığı söylemler üzerine ele almıştı.
Üç önemli organdan söz edilebilir Avrupa Konseyinde. Hükümetlerin temsil edildiği Bakanlar Komitesi karar verici yürütme organıdır. Ulusal parlamenter heyetlerin bir araya geldiği Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM), bir danışma organı niteliği taşıyan yasama kanadıdır. Bu Mecliste ben de 2003-2011 yılları arasında Türk heyeti içinde yer alarak görev yaptım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ise yargı kanadını oluşturur.
Avrupa Konseyi kalkınma ve gelişme alanlarındaki Avrupa Birliği standartlarını oluşturan kurumdur desek yeridir. Bunun çeşitli yolları vardır ama burada o detaylara girmeyeceğiz. Parlamenterler Meclisi bünyesindeki komiteler uzmanlarla birlikte çalışır. Sözleşmeler, tavsiyeler (recommendations) ve kararlar (resolutions) var bunların içinde.
Demokrasisi gelişmemiş ülkelerin kalkınma adımları bir yerde sekteye uğrar. Maddi refaha kavuşan insanlar hak, hukuk ve özgürlük taleplerini dile getirmekte gecikmezler.
Türkiye gibi doğal kaynakları kıt ülkeler yeni kaynaklar yaratmak zorundadır. Hukukun üstünlüğü bu anlamda çok değerli bir kaynak vazifesi görür. Elbette hukukun üstünlüğüne refakat etmesi kaçınılmaz olan demokrasi ve diğer özgürlük alanlarını da bu cümleden sayabiliriz.
Türkiye 1996 yılında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin denetim sürecine alınmıştı. Türkiye’deki reform süreci sonunda 2004 yılında bu denetim kalktı, yani Avrupa Konseyinin öngördüğü asgari demokrasi standartlarının sağlandığı görüldü. Bu karar üzerine Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinin önü açıldı. İşte bundan sonradır ki Türkiye’ye dış yatırımlar arttı ve çok önemli yabancı sermaye girişi mümkün oldu. Tasarrufları kıt olan bir ülke için yabancı sermaye ihtiyacı açıktır. Bu hava ile Türkiye ekonomik anlamda büyük ilerlemeler sağladı. Bugün orta ve alt gelir sahiplerinin belini büken enflasyon artık konuşulmaz oldu.
Bir başka husus kalkınma ve gelişmenin demokrasi ile olan doğrudan ilişkisidir. Bu artık su götürmez bir gerçektir. Otoriter yönetimler altındaki ülkelerin kalkınma yolunda aldıkları mesafenin sürdürülemez olduğu da açıktır. Bu tür ülkeler sonuçta demokrasi ile hesaplaşmak zorunda kalacaklardır.
Türkiye 15 Temmuz sonrasında daha çok demokrasi diyebilirdi. Deseydi hem Ak Parti’nin ilk dönemindeki kalkınma ve gelişme ivmesini sürdürebilir hem de her anlamda refah toplumu olmayı sağlayabilirdi. Hiçbir demokrasi kaygısı olmayan partilerle iş birliği Ak Parti’yle beraber Türkiye’yi de hem ekonomi hem demokrasi sorunlarıyla boğuşmak zorunda bıraktı. Üstelik Avrupa Konseyi Türkiye’yi yeniden denetim sürecine soktu. Bu çok acı. Konseyde Parlamenterler Meclisine başkanlık yapmış olan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bunu nasıl içine sindirebildiğini anlamakta zorluk çekiyorum.
Eğer bugün Türkiye hukuk, demokrasi, ekonomi ve kültür alanlarında uluslararası bütün ölçeklerde geriliyorsa sebepleri bu tür yanlış adımlarda aramak gerekiyor.
Cumhurbaşkanı ve Ak Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın öfkesine yol açan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Kavala kararı, insan hakları gözetilerek verilmiş kararlardır. Türkiye’nin bu konuda diretmesi otoriter anlayışın tescili anlamına geleceği için gerçekten çok tehlikeli bir durumdur.
Avrupa Konseyinden çıkmak demek demokrasi yolundan çıkmak demektir.
Gidişatı izleyelim bakalım. Kaygım da büyük, ümidim de…
Demokrasi olmadan hür düşünce olamaz… Hür düşünce olmadan ilim olamaz…İlim olmadan; çağ’a ayak uydurmak, gelişmek, icat etmek olamaz. Üniversitelerin bilimsel çalışma sıralarını görünce ne kadar geriye gittiğimizi görünce utandım.
Rahmetli Ord.Prof. Ali Fuat Başgil hocamızın; Demokrasi Yolunda, İlmin Işığında Günün Meseleleri ve özellikle Gençlerle Başbaşa kitaplarında ki yol göstericiliğini bugünkü yöneticilerin okumasını isterdim. Hürmet ve Muhabbetlerimle. Erol Maraşlı