Okumaya başladığım bir kitabı yarım bırakmak gibi bir adetim yoktur, kitaba saygısızlık sayarım bunu. Ne kadar sıkıcı olursa olsun inatla onu bitirmeye çalışırım. Bazen başlığına bakarak aldığım bir kitapta aradığımı bulamadığım olur, olsun, onu da bitirmek için gayret ederim.
Fakat bu konuda benim bir sabıkam var. Çocuk sayılacağım bir döneme ait. Evimizde babamın mütevazı bir kitaplığı vardı. İlkokul mezunuydu babam. Biz dört kardeşi oyalayacak kadar kitap ve dergi vardı o sevimli kitap dolabımızda. Mesela Yedi Gün dergilerini hatırlıyorum. Ciltli haldeydi. Çok şey okudum oradan.
İşte bu küçük kitaplıkta elime geçen ‘Kürek Cehennemi’ adlı romanı yarım bıraktığımı dün gibi hatırlıyorum. Ortaokula gidiyordum galiba. Niçin okuyamadım, bilmiyorum. Daha sonra kitap düşkünlüğüm arttı ama Kürek Cehennemi bir daha elime geçmedi. Akıbeti ne oldu, bilmiyorum. Sık sık ev taşımanın bedelini ödedi sanırım.
Bugünlerde aklıma düştü yeniden. Meclisin kütüphanesinde çalışıyordum bir yazı için. Birden acaba Kürek Cehennemi burada var mı diye düşündüm. Baktım, var katalogda. İstedim ve okumaya başladım. O kadar da sıkıcı değilmiş ama yazar hapishanede bizzat yaşadığı olayları anlattığı için çocuk çağımda bana zevk vermemiş anlaşılan.
Kürek Cehennemi diye okuyunca aklıma önce eski zamanların kadırgalarındaki kürek mahkumları gelmişti. Fakat burada zorunlu hizmetteki hükümlüler anlamıyla kullanılmış. Sanırım bu İtalyanca ve Fransızcada kullanılan şekli. Çünkü roman bütünüyle bir hapishanede geçiyor.
Yazarı Tullio Murri. Bir İtalyalı. Hüseyin Cahit Yalçın çevirmiş dilimize. 18 yaşındaki bir genç mahkûmun İtalya hapishanelerindeki hayatı. İlginç olan, roman yazarının, anlattığı hapishanelerde hükümlü olarak 17 yıl geçirmiş olması.
Cesarino naklen geldiği hapishanede daha ilk andan itibaren başgardiyanın tacizlerine maruz kalır. Atölyelerdeki çalışma şartları ve gaddar ustaların baskıları onu çekilmez bir hayatın içine iter. Genç Cesarino diğer mahkumların ahlaksız teklifleri karşısında öfkelenir, kavga eder. Her kavgada haksız duruma düşürülür ve hücre hapsine yollanır. Yine de direnir. İyi niyetli sandığı atölyelerdeki ustaları zamanla onu olmadık işlerin içine çekmeye çalışır. Her seferinde başı belaya girer. Başgardiyan zaten ona düşmandır, şikayetlerini arz etmek istediği Müdür Bey, Necip Fazıl’ın anlattığı gibidir: “Müdür bey dert dinler, bugün ‘maruzât’!/ Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat…”
Cesarino ne kadar kendini korusa da artık ‘kötü oğlan’ olarak anılmaya başlar. Onu korumaya kalkan bir iki iyi niyetli mahkûm da beladan kurtulamaz. Hapishanedeki haksızlıkları yukarı taşıyanlara casus gözüyle bakılır. Bu mahkumlar her seferinde başgardiyan tarafından yalanlanır ve netice hücre hapsi olur. Cesarino annesine mektup yazmak için yanıp tutuşur ama bu arzusu da şöyle ya da böyle engellenir.
Hapishanede açlık artık çekilmez hale gelmektedir. Yanında çalıştığı ustalar eline geçmesi gereken üç beş kuruşun çoğunu iç ederler. Nakledildiği hapishanelere, kendisine takılan kötü yakıştırma da anında ulaşır. Henüz vardığı bu hapishanelerden birinde başgardiyanın huzuruna çıkmayı beklerken oradaki mahkumlardan biriyle ayak üstü konuşmaya başlar. O mahkûm başgardiyana lamba işlerinden anladığını söylemesini tenbihler, benim yanımda rahat edersin der.
Gerçekten ilk zamanlar çok iyi anlaşırlar, işleri icabı sabit bir mekânda bulunma mecburiyeti yoktur. Hiç değilse iç huzurunu biraz yakaladığını zanneden Cesarino’ya zamanla ustası ahlaksız tekliflerde bulunmaya başlar. Direnir. Hastalanır. Kan kusmaya başlar. Doktor bunlar hapis hayatında normaldir diyerek aldırmazlık içine girer. Çeşitli şikayetlerden bir sonuç alamaz. Başka yere verilir. Artık gıdasızlık canına tak etmiştir. Başlangıçta kendisine iyi davranan sepet ustası zamanla onu taciz etmeye başlar. Cesarino ustasının arzularına ram olur. Çaresizlik onu bitirmiştir. Çalıştıkları yerden ara sıra kaybolmaları başka mahkumların dikkatini çeker. Nihayet bir gün basılırlar. Mahkumlar bunu gardiyanlara duyurmamak için şart koşarlar: Biz de… Cesarino bayılıp kan kusuncaya kadar…
Sonra revire götürülür. Pislik içindeki katlardan birine yatırılır. Burası ölüm koğuşu olarak bilinir. Nihayet cezasının son bulacağı günün öncesi akşam ölüsü çıkarılır.
Bu kısa özeti niçin verdim? Kendine dürüst, kendine Müslüman, kendine demokrat, kendine liberal insan tipleri bu hikayedekilere çok benziyor. Kendin için istediğini başkaları için de iste, kendin için istemediğini başkaları için de isteme hakikatini nasıl göz ardı ettiğimize iyi bir örnek bu hikâye. Hikâyenin sonlarına doğru, içerde makul kalabilmiş ve Cesarino’ya kol kanat gerdiği için adı casusa çıkmış bir mahkûmun, bir grup Napolili mahkûma seslenişi, intizarı ve serzenişi var. Cesarino’ya kurdukları tuzaklara isyan ediyor ve pek çok hakikati dile getiriyor. Biraz uzun ama onu buraya almadan edemiyorum:
“Pek haksız olan hakaretlerinizi affediyorum. Emin olunuz, artık atölyeye gelmeyeceğim. Fakat buna rağmen tekrar ediyorum: kabahatlisiniz. Ağzınızdan belki bin defa işittim, hâkimlerden, adaletten şikâyet ediyordunuz. İnsanları delilsiz mahkûm ediyorlar, satıyorlar, manasız bir cezaevi sistemi ile ahlak bozuyorlar, cezaevinden çıkmış mücrimler üzerinde emniyet müdürlüğünün icra ettiği hususi nezaret ve tarassut dolayısıyla cani ve sabıkalı olmağa sevk ve tahrik ediyorlar diyordunuz. Fakat, söyleyiniz bana, sizin kendiniz bile adalete hürmet edemezseniz bütün bunlardan nasıl şikâyet edersiniz? Masumları mahkûm ettirmek ve mücrimleri affettirmek için yeni yeni adli hatalar ihdas etmeye çalışıyorsunuz. Yalancı şahitler arıyorsunuz, hakikate karşı tertibat alıyorsunuz, adaleti şaşırtmaya uğraşıyorsunuz. Kendi yaptığınız şeyleri başkaları yapınca bir kusur diye telakki etmeye hakkınız olur mu? Kendinizin ortaya çıkardığınız yalancı şahitliklere istinat ederek masumları mahkûm ediyorlar diye hakimlere nasıl kabahat bulabilirsiniz? Başkalarına karşı, size hiçbir fenalık etmemiş zavallı bir gence karşı sizin kullandığınız silah sanki farklı bir şey midir? Yarın başkaları da bu vasıtalara müracaat ederlerse nasıl ağzınızı açabileceksiniz? Adalete hürmet ediniz ve iptida kendiniz başlayınız. Çünkü siz zulüm ve tazyik görenlerdensiniz. Doğruluk ve adalet için misal teşkil ediniz. Siz bir kurbansınız, başkaları da kurban olmamak için önayak olunuz. Fenalığın ne olduğunu bilirsiniz. Çünkü fenalık görüyorsunuz. Fenalığa karşı takip ettiğiniz doğruluk mesleği ile propaganda yapınız. Kendiniz İlk fırsatta o ayıpladığınız hakimlerden daha ahlaksız olduğunuzu ispat edecek olursanız bütün o yanıp sızlanmalarınız neye yarar?”
Yazar bu serzenişin ardından şunları ilave ediyor: “Napolililer kâtibin doğru söylediğini derhal anlamışlardı. Fakat ne yazık ki ahlaksızlıklarını itiraf edemeyecek derecede ahlaksızlıkta ileri gitmişlerdi.”
Sözü günümüze getirmeli miyim, bilmiyorum.
Bir toplulukta ahlaksızlık kanalları açıksa, akıbet iyi değildir. Ahlak derken sadece bel altını kastetmediğimi özellikle belirtmem gerekiyor. Ticari ahlak da var maksadımın içinde, medya ahlakı da entelektüel ahlakı da siyaset ahlakı da… Bir zamanlar “siyasetin tek limanı ahlaktır” deniyordu, var mı öyle bir alâmet Allah aşkına… Her şeyin istismar edildiği, her şeyin siyaset adına kullanılabilir sayıldığı bir yerde ahlaktan bahsetmek abes değil mi?
28 Şubat dönemindeki hukuksuz muamelelere isyan edenlerin bugün benzer tavırlar içine girmeleri insanı derin derin düşünmeye sevk edecek çapta.
28 Şubat döneminde üniversitelerdeki haksız hukuksuz işlemlere şahit olmuş birisiyim. O derecede üniversite hayatından bıkmış ve yorulmuştum ki bin bir emekle hazırladığım notları, çalışmaları ve kitaplarımı dağıtmış ve ‘ben bir daha üniversiteye dönmem’ demiştim. Büyük konuşmuşum. Dönmek ve bütün o notları ders verebilmek için yeniden hazırlamak zorunda kaldım. Sonra bir baktım ki 28 Şubat’a benzer bir muameleyle, yukarılardan gelen “gönderin bunu” talebine direnemeyenler eliyle üniversiteden, önceki gönüllü ayrılışımın aksine bu kere mecburen ayrılmak durumunda kaldım.
Bu benim maruz kaldığım bir haksızlıktı. Ama benden çok daha fazlasına maruz kalanlar var. Osman Kavala bunlardan biri. Hiçbir mazeret bir insanın 4.5 sene tutuklu olarak hapsedilmesini haklı gösteremez. Tutuksuz yargılanmasına hayır diyen de yok iken üstelik. Tayyip Erdoğan’ın, okuduğu şiir bahane edilerek hapse atılışını ne kadar yanlış buluyorsam Osman Kavala’nın sudan sebeplerle tutuklu yargılanmasını da o kadar yanlış buluyorum. Üstelik Allah’ın “bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun” çağrısına rağmen…
28 Şubat’ta liyakat göz ardı edilmiş ve bugün hükümferma olanlar çok itiraz etmişlerdi. Şimdi aynı vaziyet yok mu? Tanıdığım nice liyakat sahibi insan ya kızağa çekildi ya da genç yaşta emekliliğini isteyip, ayrıldı. Yerlerine gelenlerin tercih edilme sebebi liyakat değil sadakat…
28 Şubat’ta vakıfları ve dernekleri sudan bahanelerle kapatanlarla Şehir Üniversitesini kapatanları aynı hizada gördüğünü söyleyenlere ben ancak haklısınız diyebiliyorum.
Dün başörtülü çocuklara gözyaşı döktürenlerle, meslek liselilere üniversiteleri kapatanlarla bugün mülakatlarla gençleri ağlatanların aynı anlayışta olduğunu görerek üzülmeyelim mi?
Cesarino’yu kahreden neydi kürekte, haksızlıklar mı, işkence mi?
Ne diyeyim. Kim anlar halden, kim anlamaz, bilmiyorum. Ben susayım Niyâzî-i Mısrî’yi Elif Ömürlü seslendirsin: “Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz”.