Medya’da yer alan bir haberle Türkiye’nin önemli sorunlarından birini kendisine dert edinmiş bir vakfın varlığını öğrenmiş oldum. Haber şöyleydi: “Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV), KONDA ve SAM Araştırma ve Danışmanlık işbirliği ile hazırlanan “Türkiye’de Bir Arada Yaşarız” adlı araştırmanın sonuçlarını İzmir’de düzenlediği lansman ile duyurdu.”
Bir arada yaşamak medeni toplumların özelliği diye biliyorum ben. Günümüzde bunun iyi örnekleri az ama ideal bir hali tarif bakımından değeri tartışılmaz. Ancak barışın hüküm sürdüğü coğrafyalarda, toplumlarda ve dönemlerde mümkün olabilecek bir halden bahsediyoruz. Elbette aklımıza adil yönetim geliyor hemen…
BAYETAV adına takdim konuşmasında toplumsal çeşitliliğin kıymetine vurgu yapan Prof. Dr. Ferhat Kentel bu çeşitliliğin aynı zamanda korku da yarattığını söylüyor. Korku ise insanları güvenilir bir liman arayışına itiyor ve cemaatleşme ile sonuçlanıyor diye ekliyor. Prof. Kentel üstü kapalı belirtiyor ama bu çarpık durumun adaletsizlik sonucu ortaya çıktığı su götürmez bir gerçek.
Bir arada yaşamanın ön şartı eşit vatandaşlık ilkesine saygıdan geçiyor. Türkiye bir türlü eşit vatandaşlık ilkesini hayata geçiremediği için FETÖ benzeri yapılanmalara, muhtelif adlar altında cemaatlere, kliklere, gruplara zemin hazırlamış oluyor. Dün FETÖ’ye -iyi niyetle- tanınan ayrıcalıklar bugün başka gruplara tanınıyorsa sonuç benzer olur. Aslolan eşit vatandaşlıktır. Bunun da arkasında yatan fikir adalet, ehliyet ve liyakattir.
Eşit vatandaşlık farklı kültürlere sahip topluluklara, azınlık ve etnisitelere de tanınmazsa barışın sağlanması mümkün olmuyor. Ulus devlet anlayışının katı yorumları eşit vatandaşlık anlayışının önündeki en büyük engel olarak duruyor. Aynı şekilde laikliğin saçma sapan yorumları da bir arada yaşama ilkesini berhava ediyor.
Burada önemli bir hususu daha belirtmek gerekiyor. Eşit vatandaşlığın hayat bulabilmesi için liyakat ve adil yönetim gibi ilkelere ihtiyaç var diyoruz. Bunun bir ayağı da toplumsal denetim…
Yazılı kuralları olmayan bu denetim şeklini toplumsal ahlak olarak da niteleyebiliriz. Adil bir vergi düzeni kurulduktan sonra eğer vergi kaçıranlar toplumun içine çıkamaz hale gelmiyor aksine yaptığı iş takdire vesile oluyorsa orada toplumsal ahlak zaaf içinde demektir. Bunun gibi pek çok örnek sayılabilir toplumsal ahlakı yerli yerine oturtabilmek için ancak fazla söze hacet yoktur. Sadece geleceğimizi ilgilendirdiği için kopya çekenin takdir edildiği bir ortamdan kurtulmamızın ne kadar önemli olduğunu vurgulamakla yetinelim. Bunun sadece öğrenciler için söylenmiş bir söz olmadığını ayrıca belirtmek ihtiyacı duyuyorum.
Acıdır ki şu sıralar bizim evrensel kurallarla başımız pek hoş değil. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, eşit vatandaşlık gibi ilkelere uymakta zorlanıyoruz. Kişisel duygusallıklar öne çıkıyor. Şehir Üniversitesi gibi bir kuruluşun kapısına kilit vuruyoruz. Türkiye’nin tehdit algısı değişmiş gibi işin ehli ile istişareleri bırakıp S-400 macerasına giriyoruz ve bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgale kalkışması ile “biz ne yaptık” telaşına kapılıyoruz. Başka ülkeler hava alanı alternatiflerini çoğaltmaya bakarken biz Yeşilköy’deki hava alanının pisti üzerine hastane yapıyoruz. Üstelik hemen yakınlarda bir sürü arsa mevcutken… Kurumsal hafızayı yok sayarak alınan kararlarla yanlış üzerine yanlışa devam ediyoruz.
Ben Avrupa Birliği’ni önemsemiştim. Zira AB, bize bir kurallar manzumesi sunuyordu. Bu kuralların uygulanmasında AB ülkeleri de zaaf gösteriyordu ancak kurallar evrensel tecrübenin ürünüydü. Kurallarla bağlı olanlar keyfilikten de kurtulmuş oluyorlardı ve eşit vatandaşlık bir yerde garanti altına alınıyordu. Buna sistem içi ahlak diyebiliriz. Toplumsal ahlak da kişilerin ahlakının bir bileşkesi değil midir? Bu kurallara toplumsal ahlakın da eşlik etmesi halinde daha derli toplu bir yönetim oluşturmak mümkün olacaktır.
Anket ilginç sonuçlar barındırıyor. “Her şeye rağmen insanlık daha iyiye gidiyor” diyenler yüzde 18’de kalmış. İnsanlığın iyiye gitmediğini düşünenler yüzde 66 gibi önemli bir orana çıkmış. Ankette ‘İnsanların büyük kısmının iyi ve güvenilir olduğunu düşünüyorum’ diyenler yüzde 23’te kalıyormuş. Aksi kanaattekilerin yüzde 54 olması dikkat çekici bulunmuş. Bu rakamların oldukça kötü olduğunu belirten Kentel, ‘Bu şartlarda bir arada yaşamak çok da mümkün görünmüyor’ diye düşünüyor.
Bu konuya dair vaktiyle şunları yazmıştım:
“Ali Bardakoğlu, Samsun’daki konferansta bir şey daha söylüyor: “Müslümanın en temel özelliği güvenilir olmasıdır” diyor. Şimdi buradan yola çıkarak “Dünya değerler araştırması” adlı çalışmayı esas alan Esen Çağlar’ın bir yazısına göz atalım. İşte ben bunları okudukça hüzne boğuluyorum. “Kişiler Arası Güven” bahsinde 100 kişi içinde kaç kişi “çoğu insana güvenebilirim” demiş acaba ve ülkelere göre bu nasıl bir sonuç vermiş. Türklerin yalnızca %8’i başkalarına güvenebilirim diyor. Bu oran Malezya için de düşük, %9. Birkaç ülke için daha verelim bu oranları: Rusya %26, Kore %27, Japonya %36, ABD %37, İsveç %63. Şimdi burada bir duralım. “Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir” diyor Peygamberimiz. Biz ne hale gelmişiz de haberimiz yok… Kimselere güvenmiyoruz. Etrafa güven telkin edemiyoruz… Bundan daha acı bir hali tarif eder misiniz bana? Ben nasıl bir Müslüman olmalıyım ki başkalarına güven söz konusu olduğunda etrafımdaki Müslümanları güvenilir bulmayayım?”
Ayrımcılık da ankette yerini bulmuş. ‘Hayatınızda etnik, mezhepsel, dini veya cinsiyetiniz sebebiyle ayrımcılığa uğradınız mı?’ sorusuna ankete katılanların yüzde 60’ının ‘hayır’, yüzde 40’ının ise ‘evet’ dediğini söyleyen Kentel, devamla “rakamın bir tanesinin daha çok görünmesi tek başına önemli değil. Bu ülkede kabaca 80 milyon insanın yüzde 40’ı ayrımcılığa uğradığını söylüyor. Bu çok ağır bir rakam. Burada yüzde 60’ın ‘ayrımcılığa uğramadık’ demesi çok önemli değil. Yüzde 40 çok önemli bir oran” diyor. Görülüyor ki bir arada yaşamak idealini en çok zedeleyenlerden birisi bu ayrımcılık.
Kutuplaşma, bir arada yaşamak söz konusu olacaksa en çok kaçınılması gereken bir şey. Ancak bizdeki politikacıların içinden geldikleri anlayışa da tamamen zıt olmasına rağmen kutuplaştırıcı tavırları ne yazık ki hep ön planda. Eğer sözünüzü toplumun sadece bir kesimini muhatap alarak söylüyorsanız bir arada yaşamak gibi bir gayeniz yok demektir.
Ankette bu gayet iyi ele alınmış. Medyadaki haberde şu ifadelere yer verilmiş: “Toplumsal kutuplaşmanın en önemli nedenlerinden birinin anket sonucundan çıktığını söylüyor Prof. Ferhat Kentel: “‘Başkalarına karşı duyduğumuz güvensizliklerin nedeni birileri tarafından tahrik edilmemizdir’ diyenler yüzde 88. Yani insanlar ‘birileri tarafından kutuplaştırılıyoruz’ diyor. Birileri size ‘düşman bu’ diyor. Bu sürekli tekrarlandığında, reklam kampanyalarında olduğu gibi, bir süreçten sonra gerçeğe dönüşüyor. O zaman bir arada yaşayabileceğiniz birçok insanla aranıza mesafe koyuyorsunuz.”
‘Devletin tüm bireylere/gruplara eşit mesafede durması gerekir’ diyenlerin oranının yüzde 94 çıktığını açıklamış Prof. Kentel, “Daha önceki rakamlara göre bu oldukça yüksek bir rakam. Neredeyse ankete katılanların tamamı ‘devlet herkese eşit davransın’ diyor. Bu inanılmaz bir veri” diye de eklemiş. Eşit vatandaşlık talebi değil mi bu?
“Bir arada yaşama kapasitemiz nedir?” sorusuna cevap için “Almanya’da Türk çocukları için Türkçe ana dil hakkı” ve “Türkiye’de Kürt çocukları için Kürtçe anadil hakkı” üzerine yaptıkları değerlendirmeyi de aktarmış Prof. Kentel, “Her iki durumda anadilde eğitim hakkını savunanların toplamı yüzde 47. Yeri gelmişken söylemek gerekiyor. Kürt sorununu eşit vatandaşlık dairesinde çözmek yerine bütünüyle terör sorunu olarak ele almak hakikati duymamak için kulakları tıkamaya benziyor.
Kentel, Türkiye’de bir arada yaşamak isteyen yüzde 47’lik bir kesim olmasının oldukça önemliolduğunu vurgulayarak, “Bu rakam toplumun farklılıklarıyla birlikte, bir arada yaşama arzusunu ve kapasitesini göstermek açısından çok güçlü bir veri” diye bitirmiş konuşmasını.
Girişte sözünü ettiğim toplantıda KONDA adına Bekir Ağırdır da söz almış. Onun görüşlerini başka bir yazıda ele alalım.
Bu çalışma bir arada yaşamak adına ümide kapılmamız için çok şey olduğunu söylüyor. Oruç ayına giriyoruz. Bir arada yaşamak isteyenler için çok fırsatlar var bu günlerde…