Putin, Kırım’ı ilhak ederken Batı dünyası pek ses çıkarmadı. Şimdi gösterdiği haklı tepki bende biraz geç intikal çağrışımları yapıyor.
“Baştan Çıkarıcı Güç” kitabıyla bilinen Shadi Hamid, The Atlantic dergisindeki yazısında Batı ile Rusya’yı birtakım imalar da içeren bir üslupla kıyaslıyor gibi. Şöyle diyor: “Putin, Amerikan gücünden daha kötü şeyler olduğunu kanıtlıyor.”
Putin’in gelecek tasavvurunu anlamak için aslında Kırım’dan da önce Gürcistan ve Çeçenistan’daki olayları iyi değerlendirmek gerekiyordu. Özellikle Rusya ile ilişkiler kurmak zorunda olan Türkiye gibi ülkelerin çok daha derinlemesine bir Putin tahliline ihtiyaçları yok muydu? Bu anlamda ülkemiz yönetimlerinin dört başı mamur bir değerlendirme yaptığını söyleyemeyiz.
Çok uzatmadan söylersek enerjide yüksek oranda Rusya’ya bağımlı olmak ve bunun şartlarını iyi düzenleyememek gibi bir sıkıntımız var. Hem doğal gazda hem petrol ve petrol ürünlerinde Rusya’ya olan bağımlılığımız biraz fazla. İlk birkaç ülke arasına giriyor Rusya ile olan petrol ticaretimiz. Bunun bir mecburiyet olduğu söyleniyor ve haklı tarafları da var belki ama enerji tedariki çeşitlendirilemediği için sorunlar yaşıyoruz. Doğal gaz aynı zamanda elektrik üretiminde de başlıca yakıt… Dolayısıyla bu durum elektrik üretiminde de bizi Rusya’ya bağlı kılıyor. Üstelik Rusların yaptığı Akkuyu Nükleer Güç Santralının işletmeye alınmasından sonra bu bağımlılık daha da artacak…
Türkiye’nin enerji yatırımları alabilmesi için hukuk güvenliğinin sağlanması gerekiyor. Unutmayalım, dış âlemdeki bankalar Türkiye’deki yatırımlara finansal kolaylıklar sağlamada çok gönülsüz davranıyorlar. Güneş ve rüzgâr enerjisi yatırımları civar ülkelere kaçıyor. Oysa çok büyük güneş enerjisi potansiyeli olan Türkiye’nin verimlilik için gerekli olan büyük yatırımlara girmesini önleyen sıkıntıların başında öngörülemez bir ülke oluşu geliyor. Yatırımcıların ve finans sağlayıcıların öncelikle baktıkları husus ilgili ülkeye ait CDS risk göstergeleridir. CDS değerleri çok değişken ve yüksek olan ülkelerin yatırım alması elbette zordur. Aşağıdaki grafik Türkiye için bu riskin ne kadar değişken ve yüksek olduğunu gösteriyor. Türkiye için güncel grafik, risk primini 607 olarak gösterirken, bir mukayese olsun diye yazalım, Yunanistan için bu değer 145 olarak okunuyor.
Mersin Akkuyu Nükleer Güç Santralı da daha önce belirttiğimiz gibi Rusya tarafından yapılıyor.
Nükleer tesis anlaşmasını Rusya ile yaparken sadece işin maddi tarafları mı düşünüldü yoksa? Hem doğal gaz hem petrol hem de nükleer işinde Rusya’ya bu kadar bağımlı olmanın yol açabileceği sorunları kestirmek için çok derinlemesine bir tahlile de pek ihtiyaç yoktu.
Hadi doğal gaz ve petrol anlaşmaları önceden yapılmıştı diyerek bir mazeret arayalım. Peki bütün bunlar ortadayken nükleer tesisi mesela Güney Kore ile yapmak varken niçin Rusya? Şimdi Rusya’nın karşı karşıya kaldığı geniş çaplı yaptırımlar bizdeki nükleer tesisin daha da gecikmesine yol açacaktır. Hükümetlerarası anlaşmada gerekli imza ve formalitelerden sonra yedi yıl içinde işletmeye açılması öngörülen ilk ünitenin açılışı 2023’e yetişecek denmişti ama belli ki yetişmeyecek. Ayrıca bu tesislerin inşası kadar işletilmesinin de pek çok kritik adımlar ihtiva ettiğini unutmayalım. Hadi gelin de rahmetli Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’yi hatırlamayın. Mersin Akkuyu Nükleer Santralına ilişkin 1998 yılında hazırladığı değerlendirme raporuyla da hatırlıyoruz Hocayı. Ama daha önemlisi onun Türkiye’nin nükleer teknolojiye sahip olması için destansı çabasını biliyoruz.
Hocayı da andığım 2015 Aralık ayındaki bir yazıda “şimdilik Akkuyu’ya ilişkin bir sıkıntı yok gibi gözüküyor ama Putin’in ne yapacağı da belli olmuyor” diye bir cümle var. Hala geçerli bir kaygı. Bütün bunları göz önüne alınca Türkiye’nin birçok zorluğa rağmen yine de bir denge politikası gütmesi gerektiği çıkıyor ortaya.
Enerji konusundaki yanlışlar yetmezmiş gibi bir de S-400 meselesi icat ettik.
Biz S-400’ü hangi tehdide karşı kullanacaktık? NATO ülkelerinden gelen bir tehdide karşı mı? Türkiye’de mevcut olan ve NATO ile müşterek kullanılan radarlar ile S-400’lerin entegrasyonu diye bir şey söz konusu değil. Bu entegrasyon olmayınca da S-400 hava savunma sisteminin uzun menzilli etkinliği söz konusu değil. Sistem ancak yakınına kadar gelen bir tehdide karşı ateşlenebiliyor. Türkiye’nin dört bir tarafını S-400 ile mi donatacağız yoksa? NATO savunma sisteminin böyle bir sorunu yok, çünkü dört bir tarafta radarlar var. Öyleyse Rusya, Türkiye’nin tehdit olarak gördüğü ülkeler manzumesinden çıkarılmış mı oluyor?
Ukrayna’nın işgali teşebbüsü gösterdi ki Türkiye için başlıca tehdit hala Rusya’dır. Bu basit gerçeğe rağmen niçin S-400 üzerinde ısrar edildi, anlamak mümkün değil. Üstelik Putin böyle bir işi bedava bile yapmaya hazırken iki buçuk milyar doları koparmayı başardı bizden… Putin’in amacı bir NATO ülkesine kendi savunma sistemini sokmaktı, bunun parayla ölçülebilir bir tarafı da yoktu.
Bütün bu yanlışlar geçmişteki Türkiye Rusya ilişkilerine yeterince nüfuz etmemekten geliyor galiba. Sıradan bir tarih okumasından söz etmiyorum. Üstünkörü bir tarih kültürüyle olmuyor bu işler. 18’inci yüzyıldan beri sürekli savaştığımız ve çekiştiğimiz Rusya’nın Karadeniz’de istediklerini elde ettikten sonra Suriye ayağını daha da büyütmek isteyeceği ihtimal dahilinde değil mi? Maalesef karar vericiler içinde, bilhassa askeri konulardaki karar vericiler içinde, tarih boyunca en fazla didiştiğimiz Rusya’yı iyi tahlil edebilecek durumda olan kurumlar ve onun içini dolduracak bilge kişiler yok.
Bu derinlemesine Rusya incelemesini Batı dünyası da tam yapamadı sanırım, zira Putin’in gelecek tasavvuru ve hareket tarzı doğru tespit edilebilseydi belki Ukrayna’daki ölümler önlenebilir ve Avrupa’nın güvenliği daha sağlam adımlara bağlanabilirdi. Şimdiye kadar Avrupa, “güvenlik meselesini Amerika hallediyor nasıl olsa” havasındaydı. Artık bu anlayışı değiştirmek zorunda kalacak…
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye’ye özgü bir idare şekli ve -kişilerden bağımsız olarak söyleyelim ki- iyi sonuçlar hasıl etmiyor. Kısacası Türkiye iyi yönetilemiyor.
Ben ne yağ kuyruklarını ne akaryakıt ve ekmek kuyruklarını zikredeceğim. Bunların ötesinde bir sorun var. Evrensel standartlardan uzaklaştıkça sorun alabildiğine büyüyor. Özgürlüklere gem vuruldukça, hukuk güvenliği zedelendikçe büyüyor. Gittikçe artan fakirleşme önü alınamayacak bir noktaya doğru mu ilerliyor yoksa… Hem maddi hem manevi fakirleşme…