Oruç ayının iki yüzü var. Biri kişisel biri toplumsal.
Geçenlerde okuduğum bir kitapta rastladım ama hangisi olduğunu şimdi hatırlamıyorum. Bir dilenci tecrübelerini aktarıyordu. Diyordu ki “akşama yakın iş çıkışı bizim için bereketli zamanlardır. İnsanlar iş hayatında yaptıkları yanlışları telafi yolları ararlar. Birkaç kuruş vererek kendilerini rahatlamış hissederler. Vicdanlarını huzura kavuşturduklarını düşünürler.”
Ramazan gelince bu his insanlarda daha da artıyor. Kişisel olarak bir rahatlama unsuru haline geliyor oruç. Hem oruç tutarak hem fakir fukarayı gözetme adına yardım kuruluşlarıyla irtibata geçerek dini görevleriyle birlikte insanlık görevlerini de yerine getirdikleri zehabına kapılıyorlar.
Bunu küçümsemek gibi bir derdim yok. İnsanlardaki iç denetimin bunlarla sınırlı kalmasını eksik buluyorum sadece. Nasıl giderilebilir bu eksiklik? Üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken husus işte bu… Bir haksızlık karşısında önce susmak sonra köşe başındaki dilenciye üç beş kuruş bahşetmek ne kişisel arınmayı sağlar ne de toplumsal arınmayı… Yöneticilerin yanlışlarını içselleştirdiğimiz sürece toplumun doğruya yönelmesini sağlayamayız. Bu, herkese ayrı ayrı düşen bir sorumluluk.
Akl-ı selimden bahsederiz sık sık. Selim akıl sahipleri güçlerini ortak selim akıldan almıyorlarsa zamanla yanlışa düşmekten kurtulamazlar. Ortak aklın yol göstericisi ahlak ve bilim değilse sonuç hüsrandır. Şu ramazan ayında bu ortak selim akla ne kadar çok muhtacız. Belki ramazan bereketiyle ortak aklı harekete geçirmek daha kolay olur.
Akl-ı selimi harekete geçirmek için de kalb-i selime ihtiyaç var. Tasavvuf erbabı kalb-i selime ulaşmak için pek çok yola işaret eder. Onlara katılmamak mümkün değil. Ancak iyi ahlak sahibi olmadan tasavvuf erbabının söylediklerini yapmak dilenciye yardım eden vicdanı yaralı kimselerin işine benzer. Ramazan ayının bize en büyük katkısı olan başkalarına yardım etmek, başkalarını düşünmek ve başkalarının elinden tutmak iradesi sağlam bir ahlakı gerektiriyor. İç denetimsiz olmuyor bütün bunlar. Burada ahlak felsefesine girmek doğru olmaz ama günümüz Müslümanlarının ahlak anlayışının gözden geçirilmesi gerektiği de inkârı gayrı mümkün bir hakikat…
Oruç ve diğer ibadetlerin Allah ile bir sözleşme olduğunu unutmayalım. Allah bize acıyor ve mesela namazda günde beş kere sözleşmeyi hatırlamamızı temin ediyor, unutup da sözleşmeden caymayalım diye bize merhametle yaklaşıyor. Elest bezminde verdiğimiz, başkasına kulluk etmeyeceğimize, aklımızı ve irademizi başkasına bırakmayacağımıza dair sözü hatırlamamızı sağlıyor.
Kişilere değil prensiplere sadakatin esas olduğunu bir kere daha hatırlatıyor bize ibadetler. Ancak ibadetlerin ruhu kaybolmuşsa bütün bunlar sıfırla çarpılmış büyük bir sayıya dönüşüyor. Oruçla kendi kendimizi denetlemeyi ve sabrı öğreniyoruz. Bizden başkasının halini bilip öğrenmeyi öğütlüyor bize oruç. Sadece kendimizi kurtarmak yetmiyor. Dayanışmayı artırmak gerekiyor. Toplumdan da sorumluyuz. Belki başka şeyler de söylüyor. Başkalarının halini bilmek için, dayanışmayı zirveye çıkarmak için nasıl bir örgütlenme gerekiyor acaba?
Yukarda selim akıldan ve selim kalbden bahsettik. Bir de zevk-i selim var. Bu üç kavram birbiriyle ilişkili, hem de çok… Biri eksikse diğerleri de eksik oluyor.
Bugünlerde İstanbul’dayım ben. Sık sık Ataköy, Bakırköy sahil yolunu kullanmam gerekiyor. Burada deniz kıyısına dikilmiş gökdelenlerin ne akl-ı selimle ne zevk-i selimle ne de kalb-i selimle alakası var. Şehirleşme açısından tek örnek değil bu elbette. Burada saymaya da gerek yok. İstanbul’a ihanet etmemek gerek.
Oruç ayının toplumsal boyutunu zekatla ilişkilendirmezsek olmaz. Diğer umdelerin de toplumsal boyutunu çalışmamız gerekiyor. Günümüzde bunlara nasıl anlamlar yüklemek gerektiğini geçmişte ortaya konmuş usullere riayet ederek araştırmamız icap ediyor. Namaz nasıl yaşayacağımızı, zekât nasıl çalışacağımızı, oruç kötülüklerden nasıl korunacağımızı, Hac tüm insanlık içinde nasıl yer alacağımızı bize öğretir. Ama bunların detaylandırılması ve uygulanabilir hale getirilmesi zarureti var.
Zekâttan başladık nereye geldik. Toplumsal dayanışmanın en önemli enstrümanı zekât olabilir. Olabilir diyorum zira günümüzde zekatla bu dayanışmanın nasıl sağlanabileceği üzerinde çalışılmış değil. Bir dağınıklık var, zekât vermek isteyenler sistematik bir anlayış içerisinde yapamıyorlar bunu.
Zekât toplumsal bir ibadet… Bende biriken servette toplumun bir hakkı var. Acaba toplumun hakkı derken sadece fakirleri mi anlamalıyız? Yoksa bu kapsam içinde başka unsurlar da olabilir mi? Diyelim zekâtın toplumsal veçhesini araştırmak üzere kurulmuş bir enstitüye zekât hak mıdır? Hak ise bile bu nasıl tanzim edilecek?
“Onlar mahzun olmazlar” mealindeki ayet, “toplumsal dayanışma varsa insanlar mahzun olmazlar” diye de yorumlanabilir mi acaba? Oruç ve zekatın işaret ettiği kapsamı genişletmek ve yeniden yorumlamak gerekiyor…