Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 11 Temmuz’daki duruşmada Osman Kavala davasında Türkiye’nin taahhütlerine uymadığına hükmetti. Davanın bundan sonrasındaki sürecin ayrıntılarına girmeye gerek var mı, bilmiyorum. Avrupa Konseyinin icra organı olan Bakanlar Komitesi AİHM’nin kararını aldıktan sonra toplanacak ve durumu gözden geçirecek. Belki önce oy hakkının dondurulması gibi müeyyideler uygulanacak ama Türkiye’nin Avrupa Konseyinden ihracına kadar uzanabilecek bir sürece hazır olmamız gerektiğini unutmayalım.
Konseyin Bakanlar Komitesi Dönem Başkanı İrlanda Dışişleri Bakanı Simon Coveney, Avrupa KonseyiParlamenterler Meclisi Başkanı Tiny Kox ve Avrupa konseyi Genel Sekreteri Marija Pejčinović Burić, ortak bir açıklamayla Türkiye’yi derhal taahhütlerine uymaya ve Osman Kavala’yı serbest bırakmaya çağırıyor.
Ben bu tehlikeyi hissetmiş ve şubat ayındaki “Avrupa Konseyinden çıkalım mı?” başlıklı yazımı şöyle bağlamıştım: “Cumhurbaşkanı ve Ak Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın öfkesine yol açan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Kavala kararı, insan hakları gözetilerek verilmiş kararlardır. Türkiye’nin bu konuda diretmesi otoriter anlayışın tescili anlamına geleceği için gerçekten çok tehlikeli bir durumdur. /Avrupa Konseyinden çıkmak demek demokrasi yolundan çıkmak demektir. / Gidişatı izleyelim bakalım. Kaygım da büyük, ümidim de…”
Kaygım büyüktü, zira Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Kavala kararı üzerine, “bizim mahkemelerimizi tanımayanları biz tanımayız, bu konuda AİHM ne demiş, Avrupa Konseyi ne demiş, bu da bizi çok ilgilendirmiyor” demişti.
Bugün itibariyle Avrupa Konseyinden çıkmanın eşiğine gelmiş bulunuyoruz.
Peki, ‘çıkarsak ne olur’ konusuna girelim mi biraz… Biz Avrupa Konseyinden çıkarsak Türkiye hızla kapılarını özgür dünyaya kapatmaya başlar. Türkiye Avrupa Konseyinin kurucu üyelerinden biridir. Bu sebeple yetmiş yıldır özgürlükleri geliştirmek için çırpındığımızı unutmamak zorundayız. Hem kalkınmanın hem gelişmenin en temel öğesi özgürlüklerdir.
Kalkınma deyince kısaca köprü, yol, liman, havaalanı gibi alt yapı yatırımlarını; gelişme deyince de özgürlükleri, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, serbest teşebbüsü, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi vazgeçilmez unsurları anlıyoruz.
Özgürlüğün olmadığı bir yerde bilimsel gelişme de mümkün değildir. İşte bugün Türkiye’den giden bilim insanlarının çokluğu herkesi tedirgin ediyor. Doktorların gözü yurt dışında.
Özgürlüğün olmadığı yerde liyakatin de kıymeti yoktur. İyi insan olmakla liyakat sahibi olmak arasındaki farkı anlamamız gerekiyor. Bugün yönetim kademelerindeki liyakat sorununun altında biraz belki bu husus da var.
Şu yetersiz tasarruflar sorununa bir çare bulamadığımız, bu ekonomi politikalarıyla da bulma ihtimalimiz olmadığı için ancak yüksek faizle dolar borçlanabilmemizin başlıca sebebi öngörülebilir bir hukuk sistemi oluşturmakta gösterdiğimiz duyarsızlık değil mi? Başka ülkeler en fazla %3 ile dolar borçlanırken bizim neredeyse ancak dört katı bir faizle borç bulabilmemizin sebebi nedir? Mart ayındaki dış borçlanmamızın faizi %8.6 olmuş. Bu gidişle yüksek faizle bile borç bulamama ve ticaretin durma noktasına gelme riski var. Bu da iflas demek. İnşaallah o kötü noktalara doğru gitmez işler ama bunun için ferasete ihtiyaç var.
Avrupa Konseyi aslında bizi hukuka, hukukun üstünlüğüne riayete davet ediyor. Anayasanın 90’ıncı maddesinde açıkça yazılmış hükmün uygulanmasına davet ediyor Avrupa Konseyi: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini kabul etmiş bir ülke. AİHM, bu sözleşmenin 46/1 maddesine uymadı Türkiye diyor. O madde de şöyle: “AİHS MADDE 46/1. Yüksek Sözleşmeci Taraflar, taraf oldukları davalarda Mahkeme’nin verdiği kesinleşmiş kararlara uymayı taahhüt ederler.”
Şimdi bizde bazıları davanın geçmişini göz ardı ederek artık Kavala hakkında hüküm tesis edildi, artık AİHM’ne söz düşmez diyorlar. Bunlar kaçak güreşmenin alametleri. Bu yolla bir yere varılamaz.
10 Aralık 2019’da AİHM Kavala’nın tutuklanması hukuka uygun değil dedi ve serbest bırakılması gerektiğine hükmetti. Türkiye bu karara uymadı. Daha sonra Osman Kavala o davadan aklandı ama serbest bırakılmaksızın tekrar tutuklandı. Şimdi Türkiye AİHM’ne Kavala o davadan beraat ettiği için Türkiye’nin AİHM hükmüne uymadığı söylenemez diyor.
Fakat daha sonra verilen tutuklama ve hapis kararlarında Kavala’nın beraat ettiği davadaki iddialar mesnet tutuldu. Burada açık bir muvazaa yok mu? AİHM de bu konuları dikkate alarak hükmün yerine getirilmediğini söylüyor. Bu karışık yollara başvurmanın Türkiye’ye bir yararı yok. Aksine hukuk karnesini zayıflarla dolduruyor ve itibar kaybına yol açıyor.
AİHM’nin muhtelif kararlarına rağmen tahliye edilmeyen ve dört yılı aşkın süre tutuklu kalan Osman Kavala davasına ilişkin 11.07.2022 tarihli basın açıklamasında kullanılan şu ifadeler ne kadar üzücü: “Avrupa Konseyi sistemi taraf devletlerin sözleşmeye taraf olan ülkelerin tamamen iyi niyeti üzerine kuruludur. Fakat burada Osman Kavala’nın ısrarla cezaevinde tutuluyor olmasında artık bir iyi niyet görmüyoruz ve bütün bu kararlara rağmen hala cezaevinde tutuklu olması bir kötü niyet göstergesidir.”
Türkiye kapılarını dış dünyaya kapatmamalı. Tayyip Erdoğan Avrupa Birliğini Türkiye’nin stratejik hedefi olarak göstermeye devam ediyor. Nitekim şu sözleri söyleyeli çok olmadı: “Kendimizi Avrupa’da görüyoruz, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz.” Bir de şu: “Avrupa Birliği, stratejik önceliğimiz olmayı sürdürüyor. Nitekim bu yönde gayret göstermeye devam ediyoruz.”
Cumhurbaşkanı elbette Avrupa Konseyinden dışlanmış bir ülkenin Avrupa Birliği içinde yeri olmadığını biliyor. Avrupa Konseyi bir demokrasi enstitüsü sayılsa yeridir. Buradaki varlığımızı devam ettirmenin makul yollarını bulmalıyız.
İçe kapanmış, dış dünya ile irtibatı zayıflamış bir ülkenin refah ve huzuru söz konusu olamaz.
Prof. Dr. Bekir Karlığa’nın “Batıya Doğru Akan Nehir” adlı muhteşem belgeseli bize pek çok şey öğretiyor. Arada duraksamalar olsa da dünyanın gittikçe daha da özgür olacağını da öğretiyor.
Türkiye’deki yönetim, bu nehrin yatağını belirsiz bir yöne doğru değiştirmeye kalkar mı sizce?
mtekeli35@gmail.com
@mtekeli35