Okuduğum kitaplara dair düşüncelerimi yazıya dökmeyi seviyorum. Fakat her kitabı okuyup bitirdikten sonra yazma imkânı bulamadığım da oluyor. Bu şekilde masamda birikmiş bir hayli kitap var. Bekleme sebebi muhtelif. Yazı yazmadığım dönemler de oluyor, araya giren başka işler ya da kitaplar da oluyor.
Helmuth von Moltke’nin “Türkiye Mektupları” çok sıra bekleyenler arasında neredeyse birinci geliyor. Çok oldu okuyalı. İyi ki okurken notlar almışım, önemli bulduğum satırların altını çizmişim. Remzi Kitabevi’nden çıkan Mektupların 1969 yılındaki ilk baskısı var elimde. Daha sonraki baskıları da aynı. Hayrullah Örs’ün çevirisi.
Şimdi ne oldu da sıra Moltke’ye geldi diyenler olduğunu tahmin edebiliyorum. Belki birinci sebep şu: Moltke’den bu yana devlet idaresindeki zihniyette pek az değişiklik olmuş. O günün problemlerini ortaya çıkaran zihniyet ile günümüzdeki problemleri yaratan zihniyet çok benziyor birbirine. Şu sıralar cereyan eden hadiseleri tahlil ederken aklıma Moltke’yi yazmak geldi.
Sultan İkinci Mahmud, bizim modernleşme ya da batılılaşma maceramızın en çok tartışılan isimlerinden biridir. Pek çok alanda devletin zâfiyetini gidermek kaygısıyla kendisinden önce kısmen başlatılan yenilikler dönemini daha da ileri götürmeye gayret ettiği söylenir. Moltke, Sultan Mahmud’un son dönemlerinde Osmanlı Devleti’nde askeri danışmanlığa başlar.
Helmuth von Moltke 26 Ekim 1800 tarihinde Almanya’nın kuzeyindeki Parchim kasabasında doğmuş. Önce 1819 senesinde Danimarka ordusunda subay olmuş, daha sonra 1822’de Almanya Genel Kurmayı bünyesine katılmış. 1835-1839 yıllarında Osmanlı ordusunda askeri öğretmen ve tahkimat uzmanı olarak çalışmış. Almanya’ya döndükten sonra bilgi ve dirayetiyle temayüz etmiş, 1858-1888 yılları arasında Genel Kurmay Başkanı olarak görev yapmış. Alman Birliğinin kurulmasında Bismarck’la beraber olmuş, özellikle 1870 yılındaki Fransa savaşının kazanılmasında baş rolü oynamış. 1891 yılında vefat etmiş.
Moltke askeri meziyetlerinin yanında geniş bilgisi, kudretli kalemiyle de şöhret kazanmıştır. Türkiye Mektupları, ailesine ve arkadaşlarına yazdığı mektuplardan oluşmaktadır.
Moltke, Almanya’dan seyahat maksadıyla ayrılıyor. Atina ve İstanbul’u görüp İtalya’ya gitmek niyetindedir. İstanbul’daki temasları sırasında Serasker Mehmet Hüsrev Paşa Moltke’nin orduya yararlı olacağı kanaatine varır.
Osmanlı Hükümeti Moltke’yi Prusya hükümetinden askeri öğretmen olarak istiyor ve böylece Moltke’nin dört yıllık macerası başlıyor. İki yıl dört ay İstanbul’da kalıyor. Nizamiye askerini yetiştirmek ve boğaz ve etrafının haritasını çıkarması isteniyor. Arada Çanakkale, İzmir, Bulgaristan ve Tuna boyuna seyahatlere çıkıyor. Daha sonra 1838’de Toros Ordusuna katılmak ve Müşir Hafız Paşa’nın müşaviri olarak çalışmak üzere arkadaşı yüzbaşı von Mühlbach’la İstanbul’dan ayrılıyor. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Adana ve civarında hakimiyet kurmaya çalıştığı dönemlerde Moltke, Fırat ve Dicle havzasında hizmet veriyor. Nizip’te Kavalalı’ya karşı kaybedilen savaşta önerilerine uymayan Hafız Mehmet Paşa’nın daha sonra pişmanlık ifade ettiği söylenir.
Moltke, mektuplarında sadece asker gözüyle müşahede ettiklerini anlatmaz, giyim kuşamdan yemek çeşitlerine, Haliç’teki kayıklardan insanların davranışına, şehirlerin ve tabiatın özelliklerine, Osmanlı yönetim ve eğitim sisteminin karakteristiklerine kadar pek çok hususa işaret eder. Gözlemleri canlı ve sahicidir.
Moltke, devlet idaresindeki şahsiyetleri de iyi gözlemiş ve onlar hakkında ilginç değerlendirmelerde bulunmuştur. Serasker Mehmet Hüsrev Paşa hakkında bakın neler söylüyor: “Hüsrev Paşa otuz beş yıl en yüksek devlet memuriyetlerini elinde tutmanın yolunu bulmuştur ki bu da onun becerikliliğine şan verir. Fakat bir de uzun resmi hayatında yaptığı işleri saymaya sıra gelirse, insan onun bütün işinin aslında hemen hemen yalnız, padişahın teveccühünü sağlamak için rakipleriyle mücadeleden ibaret olduğunu görerek şaşar.”
Moltke, Osmanlı aile hayatı hakkında şunları söylüyor: “Doğrusunu söylemek lazımsa şunu itiraf etmeliyiz ki bizde bir genç kız nişanlılıktan evliliğe geçtiği zaman bir basamak inmiş olur. Çünkü ona bir ömür boyunca tapmak imkânı yoktur. Doğuda kadının payesi evlilikle yükselir. Kocasının emir kulu olsa da ev idaresinde hizmetçileri, uşakları, kızları ve oğullarının amiridir.”
Bebek’te kimler oturur? Hekimbaşı da oturur, ama nasıl bir hekimbaşı: “Birçok ileri gelen Türkler Bebek’te oturur. Bunların arasında dostum hekimbaşı yani «protomedico» da vardır. Bu zat her ne kadar imparatorluğun bütün tıp teşkilatının başında bulunmaktaysa da ömründe tıp tahsili görmemiştir.” Moltke, bu çarpık zihniyeti kavramakta güçlük çekiyor. Sağlık alanında durum böyle de başka alanlarda farklı mı acaba?
Osmanlı İmparatorluğunun 1836 yılında siyasi ve askeri durumunu yansıttığı bir mektup var. Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğuna set çekmek için uğraşan Batı dünyası, 1836’lı yıllarda Rusya ile çekişmesi sebebiyle Osmanlıları kollamak durumunda da kalmış. Bunda Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’ya karşı Osmanlıların Rusya’dan yardım talebi de rol oynamış. Tabii arada Mora isyanı ve donanmanın Batılılarca tahrip edilmesi de var. Moltke, devletin içine düştüğü zor duruma işaret ediyor ve diyor ki: “Bir zamanlar Afrika çöllerinden Hazer denizine ve Hind Okyanusu’ndan Atlantik kıyılarına kadar bütün memleketler padişahın emrinde idi. Venedik ile Alman imparatorları Bâbıâli’nin haraç defterinde kayıtlı idiler. Akdeniz kıyılarının dörtte üçü, ona boyun eğmişti; Nil, Fırat ve hemen hemen Tuna Türk nehirleri, Ege ve Karadeniz Türk iç denizleri olmuştu. Bundan daha iki yüz yıl geçmemişti ki aynı muazzam imparatorluk gözlerimizin önünde bir dağılma ve çözülme tablosu olarak duruyor ve bu hal onun yakında sona ereceğini anlatıyor gibi.” Ne kadar acı, değil mi? Moltke, Osmanlının gittiği istikameti doğru mu tespit etmiş oluyor?
Ordunun o zamanki vaziyeti de Moltke’nin gözünde zaaflarla dolu. “Şimdiki Türk ordusu eski ve tamamıyla sarsılmış bir temelin üzerindeki yeni bir yapıdır. Osmanlı hükümeti şimdiki halde güvenliğini ordusundan ziyade yapacağı anlaşmalarla sağlayabilir. / Osmanlı İmparatorluğu her şeyden önce düzenli bir idareye muhtaçtır. Şimdiki idare ile hatta bu 70.000 kişilik zayıf orduyu bile daimî olarak zor besleyebilir.”
Devlet gelirlerindeki azalma başlı başına bir sorundur. Pek çok mal ve hizmete vasıtasız vergiler konmuştur. Hayvan kesimi ve un öğütme vergisi, balıkçının tuttuğu her balığın %20’sine tekabül eden vergi gibi… Bir diğer sorun da bu gelirlerin doğrudan devlet hazinesine gitmeyişiydi, arada vergi toplayanların payları vardı. Moltke’nin bu bahiste çok daha fazla şeylere parmak bastığını not edelim. Son olarak günümüzün de problemi olan enflasyon ya da paranın değer kaybına dikkat çekiyor: “Paranın ayarının bozulması artık son haddine gelmiştir. Daha on iki sene önce bir İspanyol taler’i 7 kuruştu, şimdi 21 kuruşa alınıyor. O zamanlar 100.000 Taler serveti olan bugün ancak 33.000 taleri olduğunu görmektedir. Bu bela her memleketten ziyade Türkiye’de büyüktür, çünkü burada toprağa pek az sermaye yatırılmaktadır ve servet çok defa paradan ibarettir. Avrupa’nın medeni memleketlerinde servet, kıymetli metaların herhangi gerçek bir üretiminden doğar, servetini bu yolda elde eden adam aynı zamanda devletin servetini de artırır, para ise sadece onun sahip olduğu mallar için bir ifade vasıtasından ibarettir. Türkiye’de ise para, malın kendisidir, servet de esasen mevcut olan para miktarının tesadüfi olarak şu ya da bu fertte toplanmasından ibarettir. Çok yüksek olan yüzde 20 nizami faiz, sermayelerin büyük faaliyeti için bir delil olmaktan çok uzaktır. Bu, sadece parayı elden çıkarmanın bağlı olduğu tehlikeyi ispat eder. Burada bütün zenginliklerin esas şartı onu kurtarabilmektir. Reaya, bir fabrika, bir değirmen ya da bir çiftlik kurmaktansa 100.000 kuruşa bir mücevher satın almayı tercih eder. Hiç bir yerde buradakinden fazla süs eşyası merakı yoktur ve zengin ailelerde çocukların bile taşıdıkları mücevherler memleketin fakirliği için parlak bir delildir.”
Fiyatlar o dönemde de katlanıyormuş: “Ziraatın durumu bundan da kötüdür. İstanbul’da, zorunlu ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının dört misli· arttığından şikâyet edilmektedir.”
Moltke, Sultan Mahmud’un Balkan seyahatine de katılmış. Bu gezideki izlenimlerini anlattığı mektuplardan hem Balkan ahalisinin ahvaline dair ilginç tespitleri okuyoruz hem de Padişahın halkla münasebetlerine yakından şahit oluyoruz. “Padişah her yerde çok önemli miktarda para bırakıyor ve bunlardan, önce ikamet ücretleriyle yolculuğun sebep olduğu masraflar ödeniyor, geri kalanından padişaha isim üzerine listeleri sunulmuş olan fakirler paylarını alıyor. /Yalnız camilerden değil, kiliselerden de tamire muhtaç olanlara para veriliyor. Ne olurdu bu paralar asıl ellere geçmiş olsaydı! Çünkü memurların çok yaygın ve derinlere kök salmış olan ahlaksızlığı, hükümetin savaşmak zorunda olduğu en çetin engel!” En çetin engel tespitine diyecek bir şey yok, ancak memurlar tabiri içerisine yönetimdeki başkalarını da dahil etmek gibi bir zorunluluk var sanki…
Moltke’nin, Karadeniz seyahati de çok renklidir. Karadeniz’den Dicle-Fırat havzasına geçer. Oradaki tabiat büyüleyici gelir Moltke’ye. Ancak ekilip biçilmeyen, değerlendirilmeyen arazileri görünce söylemeden edemez: “Eğer böyle zenginliklere sahip olan bir memleketin dörtte üçü işlenmemiş bir halde durursa bunun sebebini halkın acıklı sosyal durumlarında aramak lazımdır.” Ayrıca sosyolojik müşahedeleri de vardır: “Bu bölgedeki irsi aile nüfuz ve iktidarlarını, imparatorluğun geri kalan kısımlarının çoğunda olduğu gibi, yıkabilmek Bâbıâli için asla mümkün olamamıştır. Kürt beylerinin adamları üzerinde büyük bir egemenlikleri vardır. Beyler aralarında savaşırlar, Bâbıâli’nin egemenliğine karşı koyarlar, vergi vermekten kaçınırlar, asker toplanmasına müsaade etmezler ve son sığınak olarak da yüksek dağlarda kendileri için yaptıkları kalelere çekilirler.” Moltke’nin Kürtlere ilişkin çok önemli gözlemleri var.
‘Türklerin vergi toplayış ve askere alışları’ başlığı altında toplanabilecek gözlemleri Moltke’nin yaptığı işle beraber ülkemizi de ne kadar benimsediğinin işaretleriyle dolu. “Şikâyetin gerçek sebebi vergilerin ağır oluşu değil, keyfi oluşudur” derken günümüzde bile halledemediğimiz bir derde parmak basıyor. Bir zamanlar cep saatlerinden vergi alınırmış bazı ülkelerde. Şimdi bizde de akıllı saatlerden vergi almak cinliği yürürlükte. Bir başka üzüntüsü de şu: “Mil karelerce arazi dut ağaçlarıyla kaplı da bir okka bile ipek elde edilmiyor.”
Adalet en büyük ihtiyacımız. Hükümete sadık bazı köylerin mal ve mülklerine gösterilen saygıyı anarak şöyle diyor Moltke: “Hükümetin, adil olmanın sadece adalet icabı değil, aynı zamanda akıllıca ve menfaate uygun olduğunu kabule başlamasını görmek sevinilecek şey.”
Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra askerlik süresi on beş yıl olarak tespit edilmiştir. Her ne kadar daha sonra yedi yıla indirilmişse de Moltke bunu esprili bir dille eleştirmekten geri kalmıyor: “On beş yıl askerlik süresi sadece ömür boyuncanın başka türlü söylenişidir.”
Nizip Savaşı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın başarısından çok, Osmanlı ordusuna kumanda eden Hafız Paşanın dirayetsizliğine verilir. Moltke ve arkadaşlarının taktik önerilerine uymamanın bedelini Osmanlı Ordusuna ağır bir yenilgi olarak ödetmiştir Hafız Paşa. Savaştan sonra Paşayı karargahında ziyaret eden Moltke şöyle diyor: “Yenilmiş olan bir Türk generali omuzlarının üzerinde bir kafa bulunup bulunmadığını pek emniyetle bilemez.” Hafız Paşa kellesini kurtarmış ama görevinden azledilip Sivas Valisi yapılmıştır.
Mektupların son bölümünde Moltke, Rusya’yı modern bir batılı devlet yapmak için uğraşan Büyük Petro ile Sultan Mahmud’u kıyaslar. Osmanlıdaki geleneğin pek çok yeni adıma engel olduğunu örneklerle anlatır. Burası bizler için elem vericidir.
Moltke’nin mektupları ibretle okunmayı hak ediyor. O günden bu güne değişmeyen birkaç husus var. Bunlardan birincisi eğitim desek yanılmış olmayız diye düşünüyorum. Liyakat Moltke’nin üzerinde çok durduğu unsurların başta gelenlerinden.
Bu mektupları okuyacaklara önerim Prof. Dr. Mehmet Genç’in “Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi” adlı eserini de masalarının bir kenarında hazır tutmaları olsun.
Osmanlının ve İslam dünyasının refah toplumu olmasını engelleyen sebepler arasında bilim ve teknolojide çağa ayak uyduramayışı gösterilir. Acaba? Sebep hukuk ve yönetim anlayışındaki zâfiyet olmasın…
@mtekeli35