
Rahmetli anneme dair yazmak kolay olmadı benim için… Onu layıkıyla anlatabilecek miydim?
26 Ağustos 2024 günü Rabbine kavuşan annem Hamdiye Tekelioğlu’nu bir yazı ile yâd etmek ve çocuklarının, torunlarının ve sevenlerinin bir daha rahmet dilemelerine vesile olmak istedim. 2011 yılından 2023 yılı Nisan ayına kadar çok kısa fasılalar hariç her hafta çeşitli konularda yazdım. Bunlar arasında kendilerini andığım vefat eden yakınlarıma, tanıdığım ve sevdiğim simalara dair yazılar da var… Ya da vefat yıldönümleri vesilesiyle yad etmek istediklerim… Hiçbirinde anneme dair yazarken olduğu kadar zorlanmadım. Arkadaşlarımı, hocalarımı, en yakınlarımı yazarken de zorlanmış mıydım? Evet ama bu kadar değil…
Peki annemi yazarken niye zorlandım acaba? İki aydan fazladır bir türlü başlayamadım bu yazıya. Hakkında ne yazsam eksik bir taraf kalacağına dair beni bürüyen endişe miydi sebep? Yoksa onu layıkıyla anlatamama kaygısı mı? Nihayet yazıya başladım ama bu sefer de araya göz ameliyatım girdi. Kasım ayı sonlarındaki ameliyat beni bilgisayar başına geçmekten alıkoydu. Artık kendime kızmaya başlamıştım. Nihayet işte şimdi Aralık ayının sonlarına yaklaşırken içime kaçan endişeleri bir yana bırakıp yeniden yazmaya başladım.
1929 doğumluydu annem. Oysa eski tabirle nüfus kâğıdı 1927 tarihini gösteriyordu. “Niye böyle anne” diye sormuştum vaktiyle. Meğer Hayrullah Dede, gelin olurken yaşı küçük demesinler diye 1929 yerine 1927 diye kaydettirmiş nüfusa. Malum olduğu üzere o zamanlar nüfus kaydı beyana dayanıyordu ve kızları gerçek yaşından büyük yazdırmak sık rastlanan bir husustu.
Annem altı yaşındayken, ağabeyi rahmetli dayım Ahmet Hamdi Gül ve kendinden küçük kardeşi yine rahmetli dayım Mehmet Gül ile Hatice annenin vefatıyla öksüz kalmışlar. Dedem yeniden evlenmiş ve Nimet Anne, Hatice Anneyi aratmamış. Zaten torunları olarak bizler bu durumu çok sonraları fark ettik. O da dedemin yoğurtçu dükkanına gelen Yamula Köylülerinin bizlere “sen Hayrullah Efendinin ilk hanımından mı torunusun ikinci hanımından mı” diye sormaları üzerine kafamızın karışmasıyla ortaya çıktı. Nimet Anne hiçbir çocuğunu ve torununu diğerlerinden ayrı görmedi. Annem daha sonra dünyaya gelen üç erkek kardeşine ablalık yapmış. Annem okuma yazmayı sonraları kendi kendine öğrenmiş. Aslında Nimet Anne, annemi Gazi Paşa ilkokuluna götürmüş ve müdüre rica etmiş kaydı için. Fakat müdür yaşı geçmiş diyerek kaydetmemiş. Annem bu olayı anlatır ve müdüre çok sitem ederdi, hem de çok…
Rahmetli babamla 1948 yılında evlenmişler. Babam, İkinci Dünya Savaşı sırasında askere alınmış. Dört yıl süren askerliğini İzmit’te yazıcı olarak tamamlamış. İlkokul mezunuydu babam. Çok güzel el yazısı vardı. Askerlik dönüşü Kayseri’nin bilinen tüccar ailelerinden Aksebzecilerin manifatura mağazasında tezgahtar olarak çalışıyormuş o sırada. Sonraları amcamla birlikte bir akü imalatı denemeleri olmuş ama uzun süreli olmamış. Babam daha sonra ‘Suhulet Tuhafiye” adı altında bir şirket olan firmanın ortakları arasında yer aldı ve vefatına kadar da burada bulundu.
Evde küçük de olsa bir kitaplık oluşturmuş babam. Benim okuma merakım bu kitaplık sayesinde gelişti. Çok çeşitli kitaplar vardı. Tezgahtarlık Sanatı ve Muhasebe adıyla kitapları da vardı babamın. Kendisini geliştirmek için hem tezgahtarlık hem muhasebe kitapları edinmiş. Ayrıca o dönemin haftalık dergilerinden Yedigün, Yenigün ve benzerlerine merak salmış. Okul çağımda bu dergileri karıştırmak en büyük meraklarımdan biriydi. Maalesef ciltli haldeki bu mecmualar daha sonra taşındığımız evin bodrumunu su bastığı için yok oldular.

Annem, sofası ve hem mutfak hem kiler hem de yaşama mekânı olarak kullanılabilen, eskilerin tabiriyle tokanası, tokananın altında zerzembi denilen bölümü de bulunan Gülük Mahallesindeki eve gelin gelmiş. Babaannem, babam ve annem uzun süre bu evde yaşamışlar. Sonradan ben ve kardeşlerimle genişleyen aile için büyükçe bir oda ilave edilmiş. Sofa deyince hayli yüksek tavanlı, çok geniş bir mekânı akla getirmek lazım. Toprak damlı bu yapının ısıtılması başlı başına zor bir iş. Kış aylarında sofanın ortasına yerleştirilen tandırlarla evin ısınması sağlanırmış. Aile fertleri de akşamları bu sistemin etrafına oturur ve kalın çuhaları dizlerine kadar çekerlermiş. Kayserililer bu sisteme ’isgembi’ tabir ederler. Ben bizim evde kurulan bu isgembiyi hayal meyal hatırlıyorum.
Bu sofaların üstü iki duvar arasına uzatılmış tomrukların üstüne serilen hasırlarla ve başka malzemelerle kaplıydı. Elbette hasırların üstü, geçirgenliği az toprakla örtülürdü. Hafif bir eğim verilerek yağan yağmurun tahliyesi cihetine gidilirdi. Ancak her kış başında toprağın pekleşmesi için yuvak denilen ağır ve küt bir silindir şeklindeki taşın defalarca ileri geri damda yuvarlanması icap ederdi. Kış gelip kar bastırınca da damdaki karı küremek gerekirdi. Çocukluğumuzun zevklerinden birinin de bu olduğunu söyleyebilirim. Bu kar küreme işini babamla birlikte ben de yaptım. Kürenen kar ya evin avlusuna ya da evlerin arka taraflarındaki boş mekâna atılır ve bayağı bir kar yığını meydana gelirdi.
Ben ilkokulun sonlarındayken evimizin bahçesine şehir suyu akan bir çeşme bağlatabilmiştik. Yine de biz mahallede bu imtiyaza kavuşmuş nadir evlerden biriydik. Kuyu suyu temizlik işlerinde kullanılırdı ama içme suyu olarak mahalle çeşmesinden annem az su taşımadı güğümlerle. O bakır güğümlerin zaten kendisi çok ağırdı. Ben de evimize 70-80 metre uzaklıktaki çeşmeden su taşıdığımı hatırlıyorum. Evin hayatına bağlanan çeşme kış aylarında buz tutar annem önce evde ısıttığı su ile buzu çözerdi. Bu çeşme yalnız bize değil yakın komşularımıza da hizmet verirdi. Allah rahmet eylesin babaannem biraz bundan rahatsızlık duyar ama annem ve babam dua ediyorlar diyerek onu iknaya çalışırlardı.
Annemin o dar imkanlarla dört çocuğunu nasıl fedakârca büyüttüğünü anlamak kolay değil. Dört kardeş okula gidiyorduk. Her birimizle akşamları babam gündüzleri annem ilgilenir bir eksiğimiz olmasın isterlerdi. Bir taraftan namazlıklarımızı öğrenelim diye gayret ederlerdi. Kardeşlerimle sabahları Gülük Camisinin imamı Davut Hocadan namazlıklarımızı öğrenmeye gayret ederdik. Davut Hoca uzun yıllar Gülük Camisinde imamlık yaptı. Çok güzel sesi vardı. Perşembe günleri babam bize para verir, “Hocanın hakkı, ona verin bu perşembelikleri’” derdi. Doğrusu Gülük Camisinin o arka tarafındaki eski medrese odasında yanan sobanın sıcaklığını ve Davut Hocanın gayretini hala hatırlarım. Muhteşem bir mihraba sahip olan Gülük camisi bende bir de rahmetli Abdullah Saraçoğlu Hocanın babamla birlikte dinlediğimiz vaazlarıyla yer etmiştir.

İlkokuldaki öğretmenim Hüseyin Sayram isimli birisiydi. Sivas Öğretmen Okulu mezunuymuş. Bu okullar da Köy Enstitüsü benzeri bir yapıdaydı. Vaktiyle İmam Hatip Okulunda müzik öğretmenliği yapmış. Bize sınıfta keman çaldığını çok iyi hatırlıyorum. 27 Mayıs İhtilalinde dördüncü sınıftaydım. Bir gün Hüseyin öğretmen bize Demokrat Parti iktidarının halkı nasıl katlettiğini, gençleri trenlere doldurup köprülerden attığını ve buna benzer şeyler yaptığını anlattı. O gün akşam bunları evde anneme ve babama anlattım ve doğru mu diye sordum. Annemin çok kızdığını hatırlıyorum. Bana bunların yalan olduğunu söylediler. Hatta annem “baban öğretmene bir mektup yazsın, bunların yalan olduğunu söylesin, sen de sınıfta öğretmen masasındaki örtünün altına koy bu mektubu” gibisinden bir şeyler söyledi. Annem, 27 Mayıs’ darbesinin ne kadar yanlış olduğunu içten içe hissediyordu anlaşılan. Babamla konuştular bunları ama öyle bir mektup yazılmadı. Bize dört yıl öğretmenlik yapan bu Hüseyin Bey ben beşinci sınıfa geçince Bozatlı Paşa İlkokulundan ayrıldı. Çok sonraları öğrendim ki istifa etmiş ve CHP Kayseri İl Başkanı olmuş. Bundan dört beş yıl önceydi, 2020 olabilir… CHP Kayseri İl Başkanlığına bir mektup yazarak Hüseyin Sayram hakkında bilgi istedim. İl Başkanlığından bir cevap gelmeyince CHP Genel Merkezine yazdım. Onların ikazı ile CHP Kayseri İl Başkanlığı Hüseyin Bey’in oğlu Ercan Sayram’la konuşturdu beni. Uzun süre CHP Kayseri İl Başkanı olarak çalışmış. 1988 yılında da vefat etmiş.
Annem namazlarına ve ibadetine çok düşkündü. O eski evde, avludaki çeşmeden taşıdığı suyu ısıtır, bize sıcak suyla abdest almamız için hazır ederdi. Evde sadece sonradan yapılma büyük bir odada soba yanar, annem kimi yıllar kömür kimi yıllar talaş yaktığımız sobayı erkenden tutuştururdu. Sık sık boru temizliği yaptığımızı da hatırlıyorum.
Orta okul ve lise yıllarım annemle unutamadığım hatıralarla dolu. Kış aylarında da hem Nazmi Toker Ortaokuluna hem Kayseri Lisesine yürüyerek giderdim, 25-30 dakika sürerdi. Kış aylarında annem bir boyun bağını kulaklarımı da kapatacak şekilde başımın üstünden geçirir, çenemin altına düğümler, ben de okulun şapkasını başıma koyar öyle giderdim. Bir gün böyle giderken buz üzerinde ayağım kaydı ve düştüm. Erkekliğe leke sürmek olmaz, derhal kalktım, üstümü başımı silkeledim ve yürümeye devam ettim. Okula girerken dış kapıda öğretmen durdurdu, “hani şapka” diyerek yakama yapıştı. Şapkayı yolda bırakmıştım oysa. Lise yıllarımızda akşamları arkadaşlarımızla Büyük Doğu Fikir Kulübünün eski stadyuma yakın mekânında oturur, sohbet eder, sonra da uzun bir yürüyüşle evlere dağılırdık. Annem beni merak eder, kapıyı açıp girdiğimden emin olana kadar oturur, oturduğu yerde uyuklar, tesbih çeker fakat yatmazdı.
Genişleyen aile eski eve sığmakta zorlanınca babam bir ev sahibi olmanın yollarını aramaya başladı. İstanbul Caddesi üzerinde, İmam Hatip Lisesinden beş altı yüz metre ilerde bir arsa üzerinde yapılmaya başlanan eve para yetiştirmek için babam, eski evimizi sattı ve biz kiralık bir eve çıktık. Bu ev, üç katlı bir apartmandaydı. Sattığımız ev babaannemden kalmaydı. Babam bu evden halamlara düşen payı ödeyemeden vefat etti. Büyük halam vefat ettiğinde babaannem hala hayattaydı. Annem hak hukuk gözeten bir kimse olarak yıllar sonra küçük halamın payını kendi biriktirdiği para ile ödedi. Bundan bizi de pek haberdar etmedi. En azından halamdan helallik aldı. Üstelik babamın vefatı ile küçük halama düşen babamdan miras payını da ona ödedi.
Kayseri’de yaz aylarını bağlarda geçirmek adettir. Eski Kayseri evleri ve sokakları yaz aylarında çok sıcak olur, bu sebeple yaz ayları Erciyes’in eteklerine kurulmuş bağlarda geçirilirdi. Tabii sonraları bu hal çok değişti ama Kayserililer bağlarını modernleştirerek eski adeti devam ettirdiler. Bizim de Kayseri’nin Beğendik Bağları denilen mevkiinde, bir evi de olan dört dönümlük bir bağımız vardı. Soğan, patates, domates yetiştirilebilen bir bölüme de sahipti. Daha çok üzüm bağı sayılsa yeriydi. Kırk elli ağaç da vardı, kayısı, elma, erik ve dut… Annem çok iyi bilirdi bağ işlerini. İlkbaharda bağa çıkmadan ya da Kayseri’nin alışılmış ağzıyla söylersek bağa göçmeden önce hafta sonları bağ işlerini görmek için kamyon sırtında oraya gidişimizi biz çocuklar da özlemle beklerdik. Babam ağır işleri yaparken annem, domates, patates, soğan dikimini üstlenirdi. Bağın içindeki her çubuğun ne tür üzüm verdiğini bilen annem geceleri bile gerektiğinde o çubuktan üzüm kesip getirmekte mahirdi. Cesur bir kadındı. Kediden köpekten korkmaz, yalnız kalmak onun için bir mesele olmazdı. Sadece kurbağadan çekinirdi. Pazar günleri ot ve çalı çırpı yakarak pişirdiği bazlamalar, katmerler ve yağlamalar hala burnumda tüter. Bu işlemde odun kullanılmazdı. Odun saatlerce kaynaması gereken yemekler için kullanılırdı. Bağdaki eski eve daha sonra bir “ötme” ilave edildi. Ötme üç tarafı duvar, üstü kapalı, önü açık bir oda olarak tarif edilebilir. Bu odanın yapılışını ben de gayet net hatırlıyorum. Bağ günlerinde unutamadığım bir hadise var. Annem çok hastaydı, ateşler içinde yanıyor, bir titreme haliyle neredeyse kendini kaybedecek hale geliyordu. İşte o haldeyken bana “Babana söyle, gelsin Yasin okusun bana, ölüyorum ben” demişti. Allah annemi bize bağışladı ama bu hadise aklıma geldikçe beni de bir titremedir alır.
Ben liseyi bitirdim ve üniversite için İstanbul’a gittim. Annem bana hep İstanbul’a gittiğim gün babamın söylediği bir sözü hatırlatırdı. Beni otobüsle yolcu ettikten sonra eve gelen babam annemi üzgün görünce “alışmamız lazım, oğlun artık yuvadan uçtu, inşaallah başarılı olur” demiş. Daha sonra ben İzmir’e yerleşince annem bana bunu sık sık hatırlatırdı. Belki de annem Kayseri’ye yerleşeceğimi umuyordu.
Babamın 1979 yılındaki ani vefatı annem için büyük bir travma oldu. Çok sarsıldı. Kardeşim Mustafa’nın evlilik hazırlıkları vardı. Bunlar geri bırakıldı. Annem günlerce ağladı. Ben İzmir’e dönmek zorundaydım. Üç kardeşimi, Mustafa, Ahmet ve Şerife, kendi başlarına terk ediyormuş gibi hissettim. Ben değil ama Mustafa diğer kardeşlerime tam bir ağabeylik yaptı. Annem yine de güçlü kadındı, çok korktum hasta olacak diye. Hastalandı ama kendini topladı, bir anne olarak daha yapması gereken fedakarlıklar olduğunun idrakindeydi. Vefat ettiğinde babam 55 yaşındaydı. O sırada annem de 50 yaşındaydı. 95 yaşında vefat ettiğine göre annem 45 yıl eşinin hasretiyle yaşamış oluyor.

Daha çok Mustafalarla yaşadı annem. Sabit mekânı onların eviydi. Onların özellikle yeni aldıkları bağ ve yaptırdıkları bağ evi yaz aylarında annem için vaz geçilmezdi. Kış aylarını bizim İzmir ve Ankara’daki evimizde geçirse de Kayseri hep gözünde tüttü. Zaman zaman kız kardeşim Şerifelere gitti ama bu üç beş hafta ile sınırlıydı tabii olarak. Şerife annemi tekerlekli sandalyeye alıştırmak için gayret etti ve muvaffak oldu. Tekerlekli sandalye annemin hareket kabiliyetini biraz olsun artırmıştı. Küçük kardeşim Ahmetlerin bağı da Mustafalarla yan yanaydı. Zaman zaman Ahmet ve eşi Fatma Hanım da anneme destek oldular, hizmetinde bulunmaya gayret ettiler. Yedi sekiz yıl öncesine kadar her türlü ev işinde gelinlerine yardımcı olmaktan geri kalmadı annem. Bağ işlerine çok meraklıydı. Onu korumak için bağ işlerinden uzak tutmaya çalışanlara aldırmaz, sabahları erkenden kimseye belli etmeden bağın içine girer, kendince ot yolar, su verir, teveklerin dibini eşeler, uğraşır dururdu.

Kuran okumayı sonradan öğrenmişti. İzmir’de bizim evin bulunduğu Akevler’in sakin ortamında bir an önce okumayı sökmek ve ilerletmek için çok gayret etti. Ali Ekrem üç yaşındaydı, Ahmet Selim ve Hümeyra yeni doğmuşlardı, annem İzmir’deydi. İşte o sıralarda her sabah Hatice Hanım’ın teşvikiyle Kuran öğretilen bloktaki hocaların önüne oturur, büyük bir azimle Kuran’ı sökmeye uğraşırdı. Hatice Hanım annemi bu konuda teşvik eder, “evdeki işlere aldırma” derdi. Annem sabahları okula gider gibi Kuran öğrenmeye gider, öğle sıralarında dönerdi.
Sonraları da her zaman en büyük meşgalesi Kuran oldu. Sık sık ‘hatim indirdi’. Eşi için, babası ve anneleri için, hatta kayınvalidesi için hatim indirdi. Gözleri yoruluyordu ama aldırmıyordu. Gözlüklerini yanından eksik etmez, ‘anne doktora gidelim’ desek de ‘idare ediyorum’ derdi. Son zamanlarda kulakları artık ağır işitmeye başlamıştı. Telefonla konuşmak gittikçe zorlaşıyordu. Vaktiyle bir işitme cihazı için ısrar etmiştik ama kabul etmemişti.
2006 yılında annem ve çocuklarla hep birlikte Hacca gittik. Annem daha önce Mustafalarla bir Hac yapmıştı. O kadar çok istiyordu ki bir daha Hacca gitmeyi… Hep beraber Haccın ayrı bir kıymeti varmış. Ali Ekrem ve Ahmet Selim babaannelerini gerektiğinde koluna girerek gerektiğinde tekerlekli sandalye ile her yere götürdüler, tavaflarını yaptırdılar… Hatice Hanım ve Hümeyra da annemi hep kolladılar. Elbette hepsi de çok dua aldılar…

2004 yılı başında biz Ankara’ya taşındık. Annem Ankara’daki evimize de kış aylarında gelir, yaz başlangıcında Kayseri’ye dönmek isterdi. Hanımlar arası Hac arkadaşlığı erkeklerden daha sıkı gözetiliyor galiba. Ankara’daki Hac arkadaşları toplantısına Hatice Hanım annemi de götürür, annem de doğrusu bundan çok hoşlanırdı.

Annem son yedi sekiz yılda çeşitli rahatsızlıklara yakalandı. Yürümekte zorlandı. Yine de son demlerine kadar koluna girenlerin yardımıyla her işini kendisi gördü. Ancak kardeşim Mustafa veya fedakâr eşi Nefiye hanımın refakati olmadan abdest almaya gitmesi artık mümkün olmuyordu. Doğrusu çok uzun süre birlikte yaşadığı Nefiye hanımın hizmetini zikretmeden olmaz. Son günlerine kadar beş vakit namazını hiç aksatmadı. Hafızası dip diriydi, konuşmasında bir sorun yoktu ama işitmesi hayli zayıflamıştı. Ancak mide ve sindirim sistemi artık iyi çalışmaz olmuştu. Sık sık hastanede tedavi görmesi icap etti, kan değerleri düştüğü için kan takviyesi yapılması gerekiyordu. Kullandığı ilaçlar onu biraz gergin yapıyor ama uzun süreli olmuyordu. Bir iki defa düştü, birinde bileği kırıldı ve üç ay süreyle temizlikte sıkıntı çekti, ancak o çok korktuğumuz bel veya kalça bölgesinde bir kırık olmadan atlattı. Geçirdiği hafif felci yenmişti, sol tarafındaki hareket zafiyeti zamanla ortadan kalkmıştı. Vefatından önce yine hastalanmış ve kan değerleri düşmüştü. Birkaç gün kaldı hastanede, sonra bağ evine geldi. Geldiği gün akşam üstü balkonda oturup kahve içmiş. Fakat bir gün sonra sabah yeniden rahatsızlanmış. Derhal hastaneye almışlar, beyin kanaması teşhisi konmuş. Önce normal bakımdayken daha sonra yoğun bakıma alındı. Kardeşlerim Mustafa, Ahmet ve Şerife yanı başındaydılar. Ben de yoğun bakımda ziyaret ettim. Baygındı. Üç gün kaldı yoğun bakımda, 26 Ağustos 2024 sabahı doktorlar vefat haberini verdiler telefonla.
Aynı gün ikindi namazından sonra kıldık cenaze namazını. Uzak yakın dostlar, akrabalar ve sevenleri ile dualar refakatinde yolcu ettik.
Son zamanlarda ölümü özlediğini belli eden bir hal vardı üstünde. “Gün doğuyor gün batıyor, günler geçiyor, ben hala yaşıyorum, Allahım al artık emanetini” diye dua ediyordu. Duası Hak nezdinde kabul gördü.
Allah rahmet eylesin…
Rabb’im rahmet eyelsin. mekanı Cennet olsun. Sizyler sabır ve başsağlığı diliyorum.
Canım Hamdiye Teyzem nurlarda uyusun. Çok tatlı dilli, hatırnaz bir insandı. İbadetlerini çok önemsediğini size söylediği “önce namaz” sözleriyle hep hatırlarım. Rabbim sizlerle cennetinde buluşmayı nasip etsin..