Bir önceki yazıda, akademisyenlerin PKK ağzıyla yazılmış bildirisi vesilesiyle Türkiye’nin iki yüz yılı bulan aydın sorunundan söz etmiştik.
İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi’nin kuruluşu sırasında adı üzerindeki tartışmalar bizdeki aydın tavrına dair ilginç örnekler taşır. YÖK’ten Meclise gelen halinde adı, İzmir Turgut Reis Üniversitesi idi. Bir üniversiteye ad verilirken ilim, kültür ve sanat dünyasından birinin adını vermek daha doğru olur diye düşünüyordum. Mecliste ve İzmir’de Kâtip Çelebi adı üzerinde uzun tartışmalar oldu ve Tuğrul Yemişçi ile beraber hepsini göğüslemek durumunda kaldık. O zamanki ME Bakanı Nimet Baş’ın desteğini de zikretmem lazım.
Kâtip Çelebi çok yönlü bir şahsiyettir ama onun galip vasfı kitaplarla ilişkisinde ortaya çıkar. Kendisine kalan yüklü bir mirası kitaplara harcayan, günün yöneticilerine raporlar sunan ve gidişattan duyduğu endişeyi nezih bir üslupla dile getiren bir âlimdi Kâtip Çelebi. On binlerce kitap ve risale, binlerce yazar, yüzlerce ilim dalı hakkında bilgi verdiği Keşfü’z-Zünûn adlı eseri eşsizdir. Cihânnümâ adlı coğrafya ansiklopedisinin kıymetini bilen biliyor. Kitap deyince Kâtip Çelebi, Kâtip Çelebi deyince kitap gelir akla.
Bir noktayı yazmak isterim. İzmir’de liberal eğilimli, sosyal bilimler alanından bir profesör arkadaşım bu ismi duyunca “nereden bulmuşlar bu Kâtip Çelebi” adını diyerek bir hayli şaşırmış. Bir yazı için oturmuş bilgisayarın başına ve “İnternettin Hoca, de bakalım kim bu Kâtip Çelebi” demiş. Kurcaladıkça kendinden utanmış ve o güne kadar böyle bir âlimi tanımadığı için hayıflanmış. Sonra bir yazı yayınladı ve Kâtip Çelebi’ye ait duygularını ifade etti. En azından bu arkadaşım namuslu davrandı ve bir aydın olarak hakkı teslim etti.
Üniversitenin tabiatında biraz otorite sahipleriyle aynı hizada olmamak vardır. Yol gösterici ve ufuk açıcı olması icap eder. Elbette bugünlerdeki gibi körü körüne düşmanlık ya da hepten suskunluk değil demek istediğim.
Bana kalsaydı Ankara’daki Yıldırım Beyazıt Üniversitesinin adını da ilim ve kültür dünyasından seçerdim.
Ahmet Davutoğlu’nun isim babası olduğu Şehir Üniversitesi’nin adı da “medeniyetler şehirlerde inşa edilir” anlayışından mülhemdir.
Derin Tarih Dergisinin Ocak sayısında İsmail Kara’nın “Kütüphane fikri olmayan bir ilim ve düşünce dünyası olur mu?” başlıklı acıklı yazısı aslında aydın problemimize de ince bir neşter vuruyor. Bu yazı Kültür Bakanı Mahir Ünal’a kültür tarihimizde eşsiz bir yere sahip olmanın yolunu da gösteriyor. İsmail Hocanın yazısından Milli Kütüphanenin ve dolayısıyla diğer kütüphanelerimizin nasıl bir vurdumduymazlık girdabı içerisinde olduğunu anlıyoruz. Kütüphaneciliğin raflara kitap dizmekten ibaret olmadığını nasıl anlatsak ki? Hurdacılara giden kitaplar, kâğıt hamuru olmaktan kurtulamayan tarihi vesikalar, depolarda çürümeye terk edilen bağışlanmış şahıs kütüphaneleri… Hangi birine yanarsınız… Sağ ya da sol eğilimli olsun bizim aydın sorunumuz işte böyle kitap ve kütüphane üzerinden tezahür ediyor.
Murat Bardakçı, 10 Ocak’ta “Abdülhamid’in kütüphanesi 28 Şubat’ta çöpe atılmış!” başlığıyla sözde aydınların kitap ve kütüphane anlayışını yansıtan bir yazı yayınladı. 11, 17, 18 ve 22 Ocak’taki yazılarla 28 Şubat dönemi İstanbul Üniversitesi yönetiminin nasıl bir kitap ve tarihi belge kıyımına yol açtığını gözler önüne seriyor Bardakçı. Üstad Bardakçı, şimdiki Rektör Mahmut Ak’ın sessiz sedasız kitap işine aşkla el attığını da yazmış. Murat Bey, kitap katliamına yol açanların hesap vermesi şart diyor. Bu konudaki merhametin mazarrata yol açacağına dair kaygıları var zira. 11 Kasım 2015 tarihli “Abdülhamid’in Kütüphanesi Yıldız Sarayına dönmelidir” başlıklı yazısında da bu konuları ele almıştı Murat Bardakçı. 28 Şubat döneminde İstanbul Üniversitesinde eski harflerimizle basılmış kitaplara reva görülen muamele aydın sorununun bir başka tecellisi olsa gerek. Murat Bey’in beş yazısını burada özetlemek zor, hepsini okumanızı öneririm.
Bugün kütüphanecilere ve üniversite rektörlerine düşen bir görev var. Tanıdığım nice insan bin bir emek verdiği şahsi kütüphanelerinin gelecekteki akıbetinden endişeli. Rektörler, bu güzide insanları bulup üniversite kütüphanelerinde onlara ait bir köşe oluşturabilirler. Hem kitaplar daha fonksiyonel hale gelirler, hem de bunu duyan kitap sahipleri kitaplarını heder olmaktan kurtarmış olurlar. Kâtip Çelebi Üniversitesinde bu yolda bir çalışma olduğunu biliyorum.
İlk emri “oku” olan bir anlayışın mensupları, sözüm size… Sorumluluğunuz çok büyük…