Çay ve Çaykovski

Çay ve Çaykovski

Son Cuma namazını Şişli Camiinde kılmam icap etti. Mecidiyeköy’den Şişli’ye doğru yürürken 45 sene önceki talebelik günlerim geldi aklıma. Şişli’de pek işimiz olmazdı aslında. İTÜ Makine Fakültesinin asıl binası Taksim Gümüşsuyu’ndaydı. Ancak bazı dersler Maçka’daki binada yapılırdı. Maçka ile Taksim arasını Rumeli Caddesindeki Teşvikiye caminin önünden geçerek kat etmeyi severdik. Şişli civarında yurtlarda kalan arkadaşlarımız vardı. Meşrutiyet dönemi romanlarının hepsinin kahramanları buralarda oturuyor diye hayal ederdim nedense… Peyami Safa’nın ‘Fatih Harbiye’ adlı romanı da Şişli’ye yakın Harbiye ile Fatih semtinin remzettiği ettiği değerler arasında tereddütler yaşayan birinin hikâyesi değil miydi?

Sözü Şişli’den açtık ama asıl söyleyeceğim bu değil. Camiye doğru yürürken gözüme bir levha takıldı. Levhada ‘Çaykovski’ yazıyordu. Kuğu Gölü Balesi çok bilinen bu Rus Klasik müzik bestekârı ne geziyordu burada… ‘Allah, Allah’ demeye kalmadan hem bir Cafe’ye hem bir Çayhaneye benzeyen bir mekâna isim olarak kullanıldığını anladım. Kulak verdim, ne eski plak vardı, ne Çaykovski, ne Tanburi Cemil Bey, ne de Neşet Ertaş. Cuma namazını kıldıktan sonra aynı mekânın önünden bir daha geçtim. Hayır, hiçbir nağme yoktu oradan gelen. Vaktim olsaydı girip bir çay bir de Çaykovski ısmarlayacaktım kendime… Belki sahibini çağırıp biraz çay ve Çaykovski dersi bile alabilirdim.
Çayhanesine bu ismi veren kimse acaba çay tiryakisi miydi, yoksa Çaykovski tiryakisi mi? Bu soru içimde perendeler atarken aklıma başka bir ihtimal geldi. Adamın günahını almayayım ama yoksa Çaykovski istismarı mıydı bu? Öyle ya, bizim toplumda her şeyin istismarı mümkün idi. İstismar edeni de çok, istismar etmese bile bu ithama maruz kalanı da çoktu bizim toplumun. Yine de bu Çaykovski istismarının hoşuma giden bir tarafı olduğunu itiraf etmeliyim.
Her halde Türkiye’de istismar deyince akla Süleyman Demirel gelse yeridir. Uzun anlatmaya gerek yok. 28 Şubat’taki Demirel tavrı, geçmişiyle mukayese edince yeteri kadar açıklayıcıdır. Dindarları istismarla suçlamanın bu toplumda nasıl bir sinerji kaybına yol açtığını hepimiz biliyoruz.
İstismarın ilk şartı samimiyetsizlik değil mi? Bakın Üstad Necip Fazıl nasıl tarif ediyor bunu: “Din gayreti gösterenlere istismarcılık izafe etmekten daha feci ve şenî bir mefhum istismarı olamaz. Su eritir, ateş yakar, yâni keyfiyetini icra eder, istismar etmez… Dindar için de aynı şey… İstismarın ilk şartı ve kanunu samimiyetsizliktir.”
İstismar edenler yalnız bizim toplumda değil, her yerde var. Amerikan başkanlık seçimlerinde göçmenler, Müslümanlar ve başka gruplar üzerinden kampanya yürüten Trump, istismarın âlâsını yapıyor.
İngiltere’nin, Avrupa Birliği için yaptığı referandumun temel malzemelerinden biri Türkiye ve dolayısıyla dini değerlerdi. 76 milyon nüfusumuza vurgu yapıp korku yaratanlar, şimdi AB’den çıkmanın getireceği felaketler üzerinde kafa yoruyor. Zaten bu konuyu ayrıca ele alacağız.
 
Zannetmeyin ki Çaykovski benzeri isimlendirmeler Batı Dünyasında yok. Four Seasons oteller zinciri de adını İtalyan bestekâr Vivaldi’nin Four Seasons adlı bestesinden almışa benziyor.
Son günlerde İHH ve Mavi Marmara üzerinden bir istismar edebiyatıdır gidiyor. Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ı bu olayı vaktiyle istismar etmekle suçlayanlar var. Bizim bildiğimiz Tayyip Erdoğan’ın böyle bir amaç güttüğünü söyleyemeyiz. Fakat hangi saikle “günün başbakanından izin mi aldınız” dediğini de merak etmiyorum dersem yalan olur.
Şimdi size bir soru: Çay içerken Çaykovski gider mi yanında?
Join the discussion