Polisiye romanlarla aranız nasıl? Türkiye’nin yoğun gündemi beni bu tür kitapları ihmale sevk etti. Türkiye’de olan biteni, yani yaşadığımız şu darbe çılgınlığını biri roman olarak yazsaydı, “hadi be, bu kadar da olur mu?” derdim doğrusu. Öyle ya, romanların da bir inandırıcılığı olması gerekmez mi?
Şimdi düşünün, Cumhurbaşkanının her zaman en yakınında duran yaverler darbenin içinde… Hem de kaç zamandır yanında olanlar… Genel Kurmay Başkanının emir subayı ve özel kalem müdürü bir general darbenin içinde. Milli Savunma Bakanının özel kalem müdürü darbenin içinde… Kuvvet komutanları düğün dernekte derdest ediliyor. Hem de darbecilerin organizasyonuyla düzenlenmiş bir düğünde…
Belli ki uzun süredir hazırlığı yapılmış bir darbeyle karşı karşıyayız. Türkiye’nin dört bir tarafındaki askerlerden darbeye destek verenler var. Hainlik geniş bir halkada…
Şakası yok. Tayyip Erdoğan’ı öldürmek için kaldığı oteli tarıyorlar. Meclisi bombalıyorlar. İnsanlara tanklarla ateş açıyorlar…
Bu darbenin başında kim vardı? Askerlere kim komuta ediyordu? Koordinasyonu sağlayan kim ya da kimlerdi, bilmiyoruz. “Yurtta sulh konseyi” hangi hainlerden oluşuyordu?
Şimdi böyle bir roman yazan olsaydı, ben itiraz ederdim bu işe. “Olur mu öyle şey?” derdim, “bu ülkede MIT var, Emniyet istihbaratı var, Genel Kurmayın bir istihbaratı var, Cumhurbaşkanının ve Başbakanın etrafında bir sürü güvenlikçi var, hiç birinin mi haberi olmaz?”
Hatta derdim ki “kardeşim en azından CIA haberdardır bu işten.”
Bunların hepsi oldu. Daha ayrıntısını bilmediğimiz bir sürü tuhaf şey. Genel Kurmay Başkanının Akıncı Hava Üssünden kurtarılışı mesela…
Bu istihbarat zaafını bir türlü aklım almıyor. Neresinden baksanız en az 400-500 kişinin altı aydır hazırlığını yaptığı bir bela nasıl önceden haber alınamaz… Aynı zaafa 17-25 Aralık kalkışmasında da işaret etmiştim. Yukarda söylediğim gibi bana göre bu ihaneti CIA haber almıştır. Sessiz kalarak da darbeye dolaylı destek vermiştir.
Bir yakınınızı kaybettiğinizde acıyı ve elemi ilk günlerde çok fazla hissedemeyebilirsiniz. Etrafınızdaki halka sizi biraz meşgul eder. Sonraları üzüntü sessiz sessiz sizi kuşatır ve bütün benliğinizi kaplar. Ağlamasınız da hüzne bürünürsünüz. Bu darbe işi de öyle olacak gibi. Şimdi çok kızgınız. Öfkeliyiz. Demokrasi nöbetleri, darbeye karşı koyan kahramanların hikâyeleri falan derken vakit geçiyor belki.
Bir zaman sonra Allah’ın lütfuyla atlattığımız darbenin verdiği hasarla baş başa kalacağız. Umarım bu safhayı iyi yönetiriz.
Halkımız, derin anlayışı sayesinde hadisenin vahametini Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın işaretiyle çok çabuk kavradı. Bir haksızlığa eliyle, diliyle, kalbiyle karşı koyanların yazdığı destanı, bakalım, sosyologlar nasıl mercek altına alacaklar… Bir milletin darbeye karşı koyma azmi… Bu milletin ruh kökü neymiş, dünya âlem anladı mı acep? Bu irade her zaman kurtarıcı olmuştur. 1950, 1983 ve 2002’deki seçimlerde ortaya koyduğu irade de Türkiye’yi felaketlerin eşiğinden döndürmüştü. O gün sandıkta, bugün sokakta… Bu insanlara sürü gözüyle bakanlar acaba olan bitenden ders alabilecekler mi?
İşin bundan sonrası gerçekten çok önemli. Olağanüstü hal hukuki belirsizlik demek ne de olsa… Türkiye’yi bu tedbire mecbur edenler silaha sığınıp başarılı olamayınca şimdi hukuka sığınmaya kalkacaklar… Hukuki belirsizlik elbette ekonomiyi sarsacak… Umarız etkisi sınırlı olur.
Bu darbe Türkiye’nin içine kapanmasına yol açmamalı. Aksine çok daha geniş bir coğrafyada aktif olmak zorundayız. Bunun için de demokratik teamüllere bir an önce dönmekte yarar var.
Hepimizin derin derin düşünmesi gereken bir nokta var. Biz nerede yanlış yaptık da böyle bir felaketle yüz yüze geldik? Bu noktayı Fethullah Gülen sahtekârlığı ile izaha kalkışmak işin kolayına kaçmak olur. Yönetim sistemimizde mi bir eksiklik var yoksa? Yoksa emaneti ehline teslim etmekte mi bir kabahat işliyoruz?
Sorun sadece emin şahıslar planında çözülemez. İşi teslim ettiğiniz kimse ne kadar işinin ehli olsa da sistemde bir arıza varsa felaket kaçınılmaz oluyor. Batı dünyası bu işin çaresini AB gibi bir kurallar manzumesi ile aşmış görünüyor. Bu kurallar zaman zaman kâğıt üstünde kalsa da…
Hesap verebilir, yönetim dâhil her alanda şeffaf, kayıt dışılığı sosyal hayatın bütün şubelerinden çıkarmış bir anlayışa ne kadar muhtacız?
Darbe ve sadme kelimeleri bildiğimiz anlamları dışında bela ve musibet diye de açıklanıyor. Dehr-i denî, kötü ya da alçak devir diye karşılanabilir. Bugünlerde dilimde şu güzel şarkı var. Siz de dinlemek isterseniz bir tık kâfi… Fikret Karakaya söylüyor:
Kırdı geçirdi beni,/ Sadme-i dehr-i denî/ Yaktı kül etti beni/ Sadme-i dehr-i denî
Dilde emel kalmadı/ Çile-i ser dolmadı/ Ettiğine doymadı/ Sadme-i dehr-i denî