Alman Federal Haberalma Servisi’nin Başkanı Bruno Kahl, haftalık Der Spiegel dergisine verdiği mülakatta “Türkiye’nin 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında FETÖ olduğu konusunda kendilerini çeşitli yollardan ikna etmeye çalıştığını ancak bunun şu ana kadar gerçekleşmediğini” söylemiş.
Başbakan Binali Yıldırım Almanları zayıf noktasından yakalamış: “Almanya ortamı germeye devam ediyor. Baksanıza Alman istihbaratının başkanı ne diyor. Eğer Alman istihbaratının başındaki adam buysa, Almanya’nın vay vay haline. Şimdi anlaşılıyor gelen geçen nasıl dinlemiş Almanya’yı.”
2013 Mayısında Edward Snowden’ın ortaya çıkardığı belgelerden öğreniyoruz ki ABD Almanları bir güzel dinlemiş. Angela Merkel’in telefonları da CIA’nın kulaklarından kaçamamış. Üstelik Merkel’in ve bazı üst düzey Alman siyasetçilerinin e-postaları dahi takip edilmiş.
Başbakan haklı olarak bunu hatırlatıyor ve “Almanya’nın vay haline” diyor. İlk planda bu tepki çok haklı ve normal. Benim de çok hoşuma gitti doğrusu.
Fakat daha sonra kafam karıştı. Bu kadar açık olan bir hususu Almanların bilmemesi, daha doğrusu bilmezden gelmeleri garip değil mi? Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın dediklerini duymamış olabilir mi bunlar. Kazan’daki Akıncı Hava Üssünde Hulusi Akar’ı ikna etmek için “Sizi önderimiz Fethullah Gülen’le konuşturalım” diyen darbeci subayların varlığını nasıl bilmezler? Bütün hesaplarını “Orgeneral Akar’ı ikna ederiz nasıl olsa” diyerek yapan bu subayların mahkeme ifadelerinde bile FETÖ bağlantısını inkâr etmediklerini biliyoruz. Darbenin başarısızlığa uğramasını temin eden önemli faktörlerden biridir Hulusi Paşa’nın ölüm pahasına direnmesi. Akar için “darbeyi önleyemedi, görevden alınması gerekir” diyen gafiller, sözlerinin Cumhurbaşkanımıza ve Başbakanımıza uzandığının farkında değiller.
Peki, İstihbarat Başkanı “ikna olmadım” kanaatini Merkel ile paylaşmadı mı yoksa? 15 Temmuz’dan sonra Merkel kim bilir kaç defa Cumhurbaşkanımızla ve Başbakanımızla görüştü. Anlaşılıyor ki darbe konuşulurken Merkel “biz ikna olmadık” faslını hiç açmamış.
O halde, Almanların derdi ne ola ki? Benim komplo teorileriyle başım hoş değildir. “Bütün Batı dünyası her alanda büyüyen Türkiye’yi engellemek istiyor” gibi ucuz ve boş söylemlerden hiç hoşlanmam. Yine de Almanların bu tavrını bir yere koyamıyorum.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Avrupa’nın tavrına çok kızgın… Bunu “şu 16 Nisan bitsin, oturup konuşacağız. Bu devran böyle yürümez. Gereği neyse, Türkiye olarak biz bunu yaparız… İster şahıs olsun isterse kurum olsun, AB üyelik süreciymiş, geri kabul anlaşmasıymış artık hiçbiriyle bizi tehdit edemeyecekler, bitti o işler, 16 Nisan’dan sonra oturup konuşacağız” diyerek belli ediyor. Göçmen konusu maalesef yine pazarlıklara konu olacak gibi duruyor. Türkiye’nin bütün dünyanın hayranlığını çeken sığınmacılar konusundaki yaklaşımının zedelenmemesini dileyelim.
Bize düşen önemli bir görev var: FETÖ soruşturmasını âdil bir şekilde yürütmek… Toplumun her kesiminde FETÖ soruşturmasıyla ilgili baş ağrıtıcı hikâyeler anlatılıyor. Hâkim ve savcıları bir endişedir sarmış. Dosya üzerinden değil “FETÖ’cü damgası yerim” kaygısı üzerinden kararlara imza atanların ne kadar arttığını anlatan anlatana… Bütün başörtülüleri FETÖ’cü gibi gören savcılardan söz ediliyor. Bu her şeyden önce Ak Parti’ye yapılmış büyük bir ihanet olur. “Ha FETÖ ha başka cemaat, hepsi benim için bir” diyen emniyet mensuplarının varlığından haberdar mı acaba Başbakan? Üstelik valilerle çekişen bir emniyet yapılanmasından söz ediliyor.
Geçmişte yaşadığımız olağanüstü dönem hukukunu ve mahkemelerini unutmasak diyorum. Ülkeye zarar verdiklerinden ve suç işlediklerinden şüphemiz olmayan FETÖ’cülerin yargılanma süreçlerinin uluslararası hukuka uygun yürütüldüğünden kimseyi şüpheye düşürmeyecek bir düzen kurmak zor olmasa gerek.
Yargıtay FETÖ davaları konusunda mahkemeleri aydınlatıcı hiçbir faaliyet içinde değil. Yargıtay içtihat oluşturmaz mıydı? ‘FETÖ konusunda sonuçlanan dava yok’ diyeceklere ‘yarın bütün bu ihmalkârlıklar bizi AİHM’de zor duruma düşürmez mi’ diye bir hatırlatma yapmak lazım. Yargıtay içtihat oluşturmalı ve yerel mahkemelere yol göstermeli. Aksi halde oluşacak farklı uygulamalar nedeniyle hukuka olan güven sarsılabileceği gibi sonrasında AİHM’den dönebilecek pek çok kararla karşılaşacağımızı da unutmayalım.
Öte yandan Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu bile hala kurulabilmiş değil. Bütün bunlar hukuki adımları atmakta biraz geç kalındığını gösteriyor.
Amerika ve İngiltere’nin İstanbul çıkışlı uçuşlara getirdiği kısıtlamanın da makul hiçbir izahı olamaz. THY, kıtalararası uçuşlar bakımından önde gelen bir şirket. Uzun yolculuklarda tablet ya da dizüstü bilgisayarların ne kadar elzem olduğu herkesin malumu… Olağanüstü güvenlik tedbirleriyle uçuyor THY.
Umarım bu THY’ye zarar vermez. Fakat bu durumu sadece düşmanlıkla izah etmeye kalkışmak da kendimizi kandırmak olur. Amerika ve İngiltere’yi böyle bir davranışa iten algının oluşmasında bizim de galiba bir katkımız var. En azından algıyı yönetememek gibi bir hatamız var. Türkiye’nin terör kelimesiyle birlikte anılır olması üzüntü verici değil mi? Birlikte anıldığı ülkeleri gözünüzün önüne getirin, ilk aklınıza gelen ne oluyor? Terör mü, başka bir şey mi?
Bütün bu olup bitenler Türkiye’nin içine kapanık bir ülke olmasıyla sonuçlanmamalı. Venedik Komisyonuna kızalım ama tespitlerine makul cevaplar bulabiliyor muyuz, ona bakalım.
Keşke referandumun bizi bu kadar kırılgan hale getirmesine izin vermeseydik.
Ak Parti şimdiye kadar “Türkiye kazanıyorsa Ak Parti de kazanır” anlayışıyla hareket etti.
Bundan sonra da öyle olmasını temenni edelim…