Ona herkesin bir hitap tarzı vardı. O, babaydı, dayıydı, amcaydı, abiydi, hacıbabaydı, hac’emmiydi, ustaydı, Hamdi Beydi, Ahmet Beydi, anası ve babası için Hacı Ahmet idi… Kelimeler yalın bir manayı ifade ediyor. Onları giydirip kuşatan bizim muhayyilemizdir. Hacı Ahmet Hamdi Gül’ün, bu kelimelere lügatta yazılanların çok ötesinde anlamlar kazandırdığını bilmem ki nasıl anlatmalı…
Hacı Ahmet Hamdi Gül, Mayıs’ın 7’sinde Hakka yürüdü. 91 yaşındaydı. Fedakarlıklarla geçen hayatı “güzel bir ölüm” ile tamama erdi. ‘Güzel ölüm‘ deyişim şu yüzden: Vefatından bir kaç gün evvel Doktoru Ömer Bey muayene ediyor. Henüz şuuru açık. Ona diyor ki “Ömer Bey, yorulmayın. Vakit geldi artık.” Ömer Bey, “Hacıbaba, daha önce de böyle…” diyecek oluyor “hayır, bu öncekiler gibi değil, bu sefer vakit tamam” diyerek sözünü kesiyor. Vaktin geldiğini bilen insan dilinden kelime-i şehadeti düşürür mü? Tevhidi eksik eder mi? Duası “Allahım yatak ömrü verme” şeklindeydi. “Üç gün yatak dördüncü gün toprak” derdi. Öyle oldu. Güzel öldü.
Vefatından on gün kadar önce Hatice Hanımı çağırdı. “Kızım gel bu hafta sonu” dedi. Kalkıp gittik Ankara’dan. Memnun oldu. Gitmeseydik kim bilir ne kadar üzülecektik. Bazı şeyler malum oluyor demek ki… Vefat edeceğini hissetmiş olmalı ki çağırdı kızını…
İlkokuldan sonra çırak okuluna gitti. Sümer Bez Fabrikasında çalışmaya başladı. İyi bir tesviye ustası olmak için gayret ediyordu. Kayserililerin tabiriyle ‘Tayyare Fabrikası‘ o sıralar tesviye ustası yetiştirmek için eleman arıyor ve bir imtihan yapıyordu. Ücret, Sümer Bez Fabrikasında aldığının dört katıydı. En genç aday Hamdi Gül kazandı bu sınavı ve 1972 yılına kadar sürecek ustalığı başlamış oldu. Kendi ifadesiyle 30 yıl çok uçak tamir etti. Pek çok uçak parçasını bazan ortada teknik resmi bile yokken yeniden yapmak zorunda kaldı. Türk Hava Kuvvetlerinin muhtelif yerlerdeki radarlarının kuruluşunda gece gündüz çalıştı. Tesviye atölyesi onun varlığı ile nam saldı.
Adviye Hanımla evlendi. Adviye Hanımın babası Kayseri’de öğretmendi ve Hamdi Gül’ün halası ile evliydi. 1930’ların tek parti ve tek adam yönetiminin bir kararına itiraz ettiği bahanesiyle İzmir’in Doğancılar köyüne sürüldü. Adviye Hanımın çocukluğu İzmir’de geçti.
Abdullah Gül benim yaşıtımdır. Ben 22 Ekim 1950, o 29 Ekim 1950 doğumludur. Ancak bizim yakınlığımız yaşıt olmanın bir hayli ötesinde anlamlar taşır. Evlerimiz farklı mahallelerde olduğu için ilkokullarımız farklıydı ama ortaokul ve liseyi aynı sınıfta aynı sırada bitirdik. Fikri beraberliğimiz o yıllarda başladı. Üniversite hayatımızda da bu beraberliğimiz devam etti. Daha sonra ben İzmir’e yerleştim, o Sakarya ve Cidde’de çalıştı. Siyasi hayatı herkesin malumu…
Hamdi Usta’dan dinlediğim uçak tamiri hikayeleri Uçak Mühendisliğini seçmemde müessir olmuş mudur, bunu bilmiyorum, sanırım oldu. 1972 yılında emekli olduktan sonra açtığı küçük atölyede başta tekstil makinaları olmak üzere imal ettiği yedek parçaların kalitesi iyi bilinirdi. Bu yüksek kaliteyi ucuza sunardı. Fakat işten anlayanlar onun elinden çıkan parçaların bir garantisi olduğunu bilirlerdi. Yokluklar insanı yeni keşiflere sürüklüyor. Atölyede torna, planya ve matkap tezgahları vardı ama freze yoktu. Freze yok deyip oturmadı Hamdi Usta. Tornaya, planyaya, bir takım aparatlar yaparak freze vazifesi gördürdü.
Abdullah Beyin yumuşak huyunda babasının etkisini görmemek mümkün mü? Bir insan hayatında hiç kızmaz mı, hiç öfkelenmez mi? Hamdi Gül böyle bir insandı. Şimdiye kadar bir kimseyi kırdığı, üzdüğü görülmüş şey değildir. Atölyeyi kurduğu sırada yanına aldığı çıraklardan hiçbirinin işine son vermedi. Kendi ayrılanlar hariç son zamanlara kadar o insanlar hala çalışıyorlardı ustalarının yanında.
Çok taraflı bir kişiliği vardı. Yenilikçiydi. 1990’ların başında kendi bağında Kayseri’de ilk sayılabilecek serayı kurmuştu. Bize oradan domates, salatalık ve benzeri şeyler ikram etmek en büyük zevkiydi. Seranın üstüne gereceği naylon örtüyü benim görev yaptığım yıllarda Sakarya’dan alıp götürürdü.
Bugünkü otoriterlik tartışmalarına bakınca aklıma hep Dayım gelir. Herkes ona saygı gösterir ve kimse onun bir dediğini iki etmezdi. Bunu temin eden onun güler yüzü müydü, ele aldığı meselelere yaklaşım tarzı mıydı, neydi, onu bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa onun bu hali etrafın saygısını ve itaatini celbediyordu.
Abdülhak Hamid, Makber adlı uzun şiirinde genç yaşta vefat eden eşi Fatma
Hanıma şöyle seslenir. “Çık Fâtıma lâhdden kıyâm et/ Yâdımdaki hâline devâm et!” Şiirin bu beyti çok bilinir. Az bilinen bir beyit daha var. “Ölmek diyoruz, nedir bu tâbir/ Cânân mı ede bu hâli tefsir…” Abdülhak Hâmid şikayetinde haklı olabilir, ölümün tefsirini Fatma Hanıma bırakmak onu acılara boğmuş olabilir. Fakat güzel ölümün tefsirini arayanlar Hamdi Gül’de aradıklarını kolayca bulacaklardır. Üstelik sadece güzel ölümün değil güzel bir hayatın da…
Bu mutekit adamın namaz muhabbetini yazmadan olmaz. Sağlığı yerinde olduğu müddetçe sabah namazını evde kıldığı vâki değildi. İleri yaşlarda bile bastonuna dayanarak yatsı ve sabah namazlarını camide edadan geri kalmazdı.
Onu en çok üzen hadiselerden biri 12 Eylül sonrasında iki oğlunun birden gözaltına alınması oldu. Toplum onlara hiçbir zaman suçlu gözüyle bakmadı, aksine ihtilalcilerin zulmü olarak algıladı.
Abdullah Beyin politikaya girmesine bir itirazı olmadı. Sanırım 1969 seçimlerinde kendisi de Selamet Partisi adayı olarak listedeydi. Oğlunun siyasetteki başarıları onu sevindirdi, gururlanmak onun kârı değildi. Abdullah Bey, Cumhurbaşkanı olduğu zaman da aynı duygulara sahipti.
Küçük oğlu Macit Bey, beraber yaşadıkları için babasını bir an yalnız bırakmadı. Eşi Reyhan Hanımla birlikte hem annelerine hem babalarına kol kanat gerdiler. Onların ihtimamı anlatılır gibi değil doğrusu. Hacıbaba da herkesten çok Macit Beyin sözünü dinlerdi. Hastalığı sırasında iştahı yoktu tabii olarak. Macit Bey, “olmaz baba, bunları yiyeceksin” derse itiraz etmezdi.
Zaman zaman bize de Abdullah Beylere de gelir, bir müddet kalır, ama gözü Kayseri’de olurdu. Bizim evde Hatice Hanımın rikkat ve ihtimamından memnun olurlar, Kayseri’ye dönmek isteseler bile bunu kızımızı üzer miyiz korkusuyla dile getirmeye çekinirlerdi. Abdullah Beylerde de Hayrünnisa Hanımın gelinleri gibi değil kızları gibi davranmasını duygulanarak izlerlerdi.
Doktorlarından birinin söylediği şu söz onu çok güzel ifade ediyor: ‘Hacıbabaya önce hastam olarak baktım, bir müddet sonra onu babam gibi gördüm ve tedavisine böyle devam ettim”.
Abdullah Beyin bir sözü Hacıbaba’nın hayatını özetliyor. “Babamızın hayat tarzı, bize vasiyettir.” Onun hayat tarzı aslında herkes için bir örnek ve vasiyet hükmündedir.
Bu sade müslüman adamın öte dünyada işi kolay diye düşünüyorum. İbadeti ile, dürüstlüğü ile, örnek evlatlar yetiştirmesi ile, çalışkanlığı ile velhasıl akla gelebilecek her özelliği ile gerçek bir müslümandı. Bu ülkenin aydınları da onun kadar sorumluluk hissedebilseler keşke…
Allah rahmetiyle kuşatsın onu. Müslümanca yaşadı, ‘güzel öldü’. Bildiği bir şey vardı: ‘Her ne kadar yüksek olsa da şânın/ Akıbet iki tâş olur nişânın‘.
Gıpta edilecek bir hayat, gıpta edilecek bir ölüm…
Mehmet Abi,
Ellerinize sağlık. Ahmet Hamdi beyi ne güzel anlatmıssınız. Nur içinde yatsın. Güzel bir müslüman, güzel bir aile, güzel evlatlar, güzel damat, kısacası muhteşem bir hayat. Bu muhteşem hayat tarzının tecellisi olarak bu ülkeye hizmet eden evlatlar, ve en üst düzeyde hizmet eden evladı, Cumhurbaşkanını, yetiştirme nasip olmuş.
“Ahmet Hamdi Bey Ailesi” diye bir film yapılmalıdır. Bu ülkeye örnek olacak bir hayatın anlatılması, helal kazancın, alınterinin, yüzünden tebessüm, dilinden dua eksik olmayan müslümanca bir hayatın bereketi anlatılmalıdır. Halis bir müslüman hayatının, rahmetin tecellisine yolaçtığı, güzel bir müslümanın bu ülkeye ne büyük hizmet edebileceği anlatılmalıdır.