Büyük başın derdi de büyük olurmuş. Türkiye’nin başından da dertler eksik olmuyor. Unutmayalım ki Türkiye bu dertlerine çare bularak büyüyor. Her alandaki müthiş potansiyeli ile Türkiye’nin altından kalkamayacağı sorun yoktur. Yeter ki o potansiyeli değerlendirmesini bilelim.
Önümüze çıkan problemlerin kaynağı önemli elbette… Bazı sorunları kendi kendimize üretmesek başımız daha az ağrıyacak ama olmuyor işte…
İnsanoğlu yalnız yaşayamıyor. Ülkeler de öyle. Yalnız yaşamaya kalkan Kuzey Kore’nin hali ortada. Yarın bir savaş çıksa bu yalnızlığın verdiği sıkıntıyı çok daha yakından hissedecek.
Türkiye kapılarını dış âleme kapatamayacağına göre bundan sonra atacağı adımlarda çok daha dikkatli ve serinkanlı olmak zorunda. 15 Temmuz travmasını üstümüzden atamamak bize gittikçe daha pahalıya mal olmaya başlayacak gibi duruyor. Bu konuya daha önce “Travmadan Kurtulmak” başlıklı bir yazı ile dikkat çekmeye çalışmıştım
Ülkemizin dış dünyadaki algısı olağanüstü hal uygulamalarından dolayı iyi değil. Burada gerçeklerden bahsetmiyoruz. Algıdan bahsediyoruz. “Türkiye’de olağanüstü hal uygulaması var, bir sebeple polisin eline düşerseniz, otuz günlük gözaltı süresine hazır olmalısınız” yollu söylemler sizin de kulağınıza gelmiştir. Ayrıca burada çıkan “Tedarik Güvenliği” başlıklı yazıda söz ettiğim kaygıları da bunlara ekleyelim.
Şu anda görülmekte olan FETÖ davalarının evrensel hukuk normlarına çok uymayan bir biçimde yürütüldüğünü söyleyenler çok… Peki, biz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile bundan sonra işbirliği içerisinde olmayacak mıyız? Bu davaların yarın AİHM’ye götürülme ihtimali var. O halde bu davalar niçin Türkiye aleyhine kararlar alınmasına yol açabilecek biçimde yürütülsün ki!.. FETÖ dediğimiz hain ve arsız şebeke bugün yaptığımız hukuki hatalar sebebiyle gelecekte bir takım mekanizmalar içinde aklanma gayretine girer ve istismar edeceği sonuçlar elde ederse üzülmez miyiz?
Yarınlar bizim için önemliyse hukuki uygulamalar konusunda bir karar vermek ve ona göre davranmak lazım diyorum…
Kürt meselesini yok kabul edeceğimize makul bir çözüm elde edebilmiş olsaydık bugün Barzani’nin inatla yürüttüğü referandumu değil bölgesel işbirliğini konuşuyor olabilirdik. Benim kanaatim değişmedi: Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur. Dün böyleydi, bugün bölgedeki karma karışık durum dolayısıyla daha fazla böyledir. Şimdi Irak’ta ortaya çıkan referandum çabalarının yarın Suriye’de de patlak vermesi ihtimali yok mudur? Peki, bunları öngören adımlar atabildik mi? Eylül 2012’de Barzani Ak Parti Büyük Kongresinin davetlisiydi ve kürsüden ateşli bir nutuk atmıştı. Biz o zamanlar ilerde ortaya çıkabilecek riskleri göz ardı edip Kürtlerin doğrudan petrol satışına da kapı açmıştık. Bugün vanaları kapatmaktan bahsediyoruz. Şimdilerde bir büyük tehlike ile daha karşı karşıyayız. Referandum sebebiyle Kürtleri tahkir ve tahrikte sınır tanımayan bir üsluptan şiddetle uzak durmak zorundayız. Referandum sonrası hamaset dolu nutuklar bize hiçbir şey kazandırmaz.
Bir karara ihtiyaç var bu konularda… Günübirlik adımlar yerine geleceğe dair projeksiyonlar ışığında adımlar nasıl atılır, çalışmamız lazım…
Liselere ve üniversitelere giriş sınavlarına ilişkin tartışma bizim çoktan gerilerde bırakmış olmamız gereken iki can yakıcı sorunumuz. Hep diyoruz ki en büyük sermaye insandır, okumuş insan. Fakat onun gereğini yerine getirmek için icrası lazım gelen çalışmayı bir türlü rayına oturtamıyoruz. Seviye Belirleme Sınavı, SBS, adıyla üç yıla yayılmış ve sınav tedirginliğini asgariye indiren bir sistemden niçin vaz geçtiğimizi bile izah edebilmekte zorlanıyoruz. Aslında arada atladığımız en önemli mesele olan öğretmen yetiştirme işini bir türlü sağlam esaslara bağlayamamanın sancılarını yaşıyoruz. Okullar arasındaki farkı gidermenin ilk şartı her yerde iyi öğretmen değil mi?
Bu konu da günübirlik düşünmenin ve kalıcı kararları ertelemenin bir örneği gibi ele alınıyor. “TEOG kalktı, yerine gelecek sistem bir aya kadar belli olacak” anlayışıyla doğru sistemi bulabilir miyiz sizce?
Günübirlik kararlar almanın çok çarpıcı örnekleri yaşanıyor İzmir’de. Bu güzide şehrimizin üç Üniversitesi maalesef başarılarıyla değil Rektörleri üzerindeki operasyonlarla gündeme geliyor.
Ege Üniversitesi Rektörlüğüne atanan Cüneyt Hoşcoşkun’un bu makamın hakkını verecek birisi olmadığı ısrarla vurgulandı, fakat dinleyen olmadı. Sonuç malum. Ege Üniversitesi hiç hak etmediği halde prestij kaybına uğradı.
Katip Çelebi Üniversitesi Rektörü Galip Akhan hakkında yürütülen iftira kampanyasına yargı alet edildi ve maalesef “adliyede dosyası varmış” diyenlere “dosyada ne varmış” diye soracak bir adil yönetici çıkmadığı için Rektör istifa zorunda kaldı. YÖK kendi mensuplarına sahip çıkmayarak “yarınları bırak, yaşasın günü yaşamak” anlayışını sürdürdü.
Dokuz Eylül Üniversitesinin Rektörü Adnan Kasman açığa alındı. Bu göreve geleli çok olmamıştı. Görevden alınma biçimi demokratik bir hukuk devleti anlayışıyla bağdaşıyor mu? YÖK’ün kamuoyuna hiç mi aldırdığı yok? Haklı veya haksız bir sebeple görevden almış olsanız bile kamuoyuna, hiç değilse üniversite camiasına bir açıklama yapma ihtiyacını niçin duymazsınız? Hele bu Rektörün artık Üniversite yerleşkelerine girmesini yasaklamak da neyin nesi oluyor?
Geleceğe ayna tutmuyorsanız bugün atadığınız Rektörü yarın alırsınız. Söylentilerin üstüne gitmeyip “ya, öyle mi” ile yetinirseniz vefakâr insanlara haksızlık yapmış olursunuz? İyi inceleme yapmadan adayları Cumhurbaşkanımızın önüne koyan YÖK’e ne diyelim şimdi? Cumhurbaşkanını zor duruma düşüren YÖK hakkında da denetleme kurulu bir rapor düzenler belki…
Yarınları düşünmek zorundayız…