TBMM yeni yasama yılına başladı. 1 Ekim’deki açılışta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan milletvekillerine hitap etti. Açılıştaki Cumhurbaşkanı konuşmaları, genellikle, milletvekillerine ve hükümete, yön çizici, hedefler gösterici ve dünyanın ve bölgenin gittiği istikamete göre stratejiler öneren bir mahiyet arz eder. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bu yılki konuşmasında benim en çok dikkatimi çeken nokta Avrupa Birliği’ne dair söyledikleri oldu. Önce o bölümü okuyalım:
“Avrupa Birliği kurumlarının, fasıllardan serbest dolaşıma ve yardımlara kadar her konuda ülkemize karşı sergilediği ikiyüzlü tutum öylesine alenileşti ki, artık bu durumu örtecek mazeret dahi bulamıyorlar.
Türkiye’nin, 1959 yılında ilk başvuruyu yaptığı, 1963 yılında Ankara Anlaşmasını imzaladığı tarihten beri gösterdiği bu sabrı, Avrupa Birliği’nin yanlış anladığını görüyoruz. Demek ki hala anlayamamışlar.
Buna rağmen, şunu açıkça ifade ediyorum.
Bu süreci bitiren, havlu atan, vazgeçen taraf biz olmayacağız.
Aslına bakarsanız, bizim Avrupa Birliği üyeliğine ihtiyacımız da kalmamıştır. Şayet bugün Avrupa Birliği bir atılım yapacaksa, bunun tek bir yolu vardır, o da Türkiye’yi üye yaparak, gerçek anlamda bir ekonomik ve kültürel genişleme hamlesini başlatmasıdır.”
Karşılıklı taahhütlerin ne ölçüde yerine getirildiği de tartışılacak hususlardan biri olmakla beraber buradaki sitemlerde elbette haklılık payı var. Asıl üstünde durulması gereken cümle bana göre şu: “Aslına bakarsanız, bizim Avrupa Birliği üyeliğine ihtiyacımız da kalmamıştır.”
Şimdi cevaplanması gereken bir soruyla karşı karşıyayız: “Daha önce ne ihtiyacımız vardı AB’ye? O ihtiyaç ne idi ve şimdi niçin kalmadı?”
Tayyip Erdoğan hangi mülahazalarla AB’ye ihtiyaç kalmadığını bu konuşmasında açıklamış değil. Dolayısıyla bize biraz bu konuyu kurcalamak düşüyor.
Her şeyden önce Avrupa Birliği’nin hayatın her şubesini düzenleyen bir kurallar manzumesine sahip olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu da yönetimde keyfiliğin önüne bir set çekiyor. Biz bu kuralları demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü olarak özetliyoruz. Çevre, tarım, şehircilik, ticaret, kamu ihaleleri, kamu maliyesi ve bütçe gibi pek çok alanı da düzenleyen söz konusu kuralların insanlığın bir birikimi olduğunu söyleyenler az değil.
Burada bir noktayı vurgulamak gerekiyor. Avrupa Birliğinin yazılı kuralları ile onların uygulanış şekli arasındaki farkı görmezden gelemeyiz. Bunun pek çok kötü örneği var. En önemlisi belki de Bosna katliamıdır. Göçmenlere karşı gösterilen tepki de ayrı bir örnek olarak duruyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu fasılda dertli… Şu sözler onun Meclis konuşmasından: “Bugün Avrupa, teröristlerin ellerini kollarını sallayarak dolaştıkları, Türkiye’nin meşru yönetimine karşı her türlü organizasyonu yapabildikleri bir yer haline gelmiştir.”
Tayyip Bey, AB’ye kızgın olduğu bir dönemde “olmazsa, Kopenhag kriterlerine Ankara kriterleri der, yolumuza devam ederiz” demişti. Şimdi bu kriterlerden de söz etmiyor.
Vaktiyle AB’ye olan ihtiyaç acaba bir takım vesayet mekanizmalarını yok etmekten mi ibaretti? Böyle olduğunu sanmıyorum, o da bir amaç olsa da asıl istenen demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla hayata geçirilmesiydi. Bugün bu maksada erişmiş değiliz.
Eğer yönetimde evrensel geçerliliği olan bir kurallar manzumesiyle kendinizi bağlamazsanız sonuç keyfilik ve belirsizlik demektir. AB’ye olan ihtiyaç bu nokta itibariyle önemlidir.
Keşke kendi kendimize yeni bir medeniyetin oluşumuna giden yolun taşlarını döşeyebilmiş olsaydık. Bu, şu an itibariyle ne Türkiye için söz konusu, ne de İslam dünyası için… O halde bizi o yola sokacak özgür bir ortamın tesisini Avrupa Birliği prensipleri içinde arasak yeridir.
Bu konuya pek çok yazıda temas ettim. Mesela Nisan 2016’da çıkan bir yazımın başlığı “İslam İşbirliği teşkilatı, Avrupa Birliği ve müesseseler” adını taşıyor.
Ak Parti’nin bir “medeniyet modeli” arayışı içinde olduğuna dair yazılar çıkıyor. Bu tartışma sırasında 2003’lerden başlayarak eski vesayet sisteminin geriletilmesinde liberallerle yapılan işbirliği ve akabinde gelişen olaylar anılmadan olmuyor. Daha sonraları Ak Parti’nin özgürlükçü anlayışı terk eder gibi olduğundan dem vuruluyor. Böyle bir yazı Serbestiyet adlı internet sitesinde yayınlandı. Cennet Uslu şunları yazmış orada: “Eskiyi yıkarken liberal-demokratik model referans alınmış ve başarılı bir performans sergilenmişti. Buna karşılık AK Parti iktidarı kendi rejimini inşa etmede başarısız oldu. Sebebi ise, referans alınacak, işe yarar ve arzuya şayan bir “medeniyet modeli”nin aslında ellerinde olmamasıydı. Kurumları, ilkeleri, unsurları, hedefleri, araç ve yöntemleri tanımlanmış, adil ve uygulanabilir böyle bir model yoktu.”
Türkiye’nin önünde pek çok sorun var. Bunları aşabilmesi için her şeyden önce siyaseten ve hukuken öngörülebilir bir ülke olması gerekiyor.
Ben bu bakımdan hala Avrupa Birliği üyeliğine, ya da onun kriterlerine ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Birlik içinde olmayı daha çok önemsiyorum, çünkü içerde olmak, kendi kendini denetime sunmak ve böylece sürekliliği sağlamak demek oluyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hangi mülahazalarla “Avrupa Birliği üyeliğine ihtiyacımız kalmamıştır” dediğini merak ediyorum.
Belki bu merakımı hafta sonu Afyon’da yapılacak Ak Parti istişare toplantısındaki konuşmasında giderir Cumhurbaşkanı Erdoğan, ne dersiniz?