Yargıtay 16’ncı Ceza Dairesi önemli bir karar verdi. Burdur’da FETÖ Silahlı Terör Örgütü üyesi olmakla itham edilen ve yargılama sonucunda 6 yıl 3 ay ceza alan bir memurun davasıydı söz konusu olan. Mahkûmiyet kararını bozan Yargıtay, silahlı terör örgütü üyeliği için hangi şartların bulunması lazım geldiğini de teferruatlı bir şekilde açıkladığı bu kararla, umulur ki, benzer davalar için de makul yolu göstermiş olsun. Yargıtay, kısaca, bir örgüte sempati duymakla üyelik aynı şey değil diyor ve Burdur mahkemesinin kararını bozuyor
Yargıtay’ın aynı dairesinin ilk derece mahkemesi olarak verdiği bir başka karardan Eylül ayındaki “Dikkat… Bir tuzak var…” başlıklı yazıda söz etmiştim. Gaziantep’te bylock kullandıkları ve dolayısıyla silahlı terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla 2015 yılında açılan bir davada yargılanan iki hâkim hakkındaki kararda
“Fiilin işlendiği tarihte ortada bir silahlı terör örgütü tanımı bulunmadığı için konu genel olarak Türk Ceza Kanununun 30’uncu maddesi kapsamında değerlendirilmeli, ancak her olayın kendi içinde özel durumlara sahip olabileceği de unutulmamalıdır”
deniyordu. Türk Ceza Kanununun 30’uncu maddesi hata sonucu doğacak cezai hükümleri içeriyor.
Yargıtay’ın bu kararları diğer mahkemelerce de gözetilecek mi, bunu bekleyip göreceğiz. Üstelik bu kararların başka yansımaları da olmalı. Kamu kurumlarından çıkarılan büyük bir çoğunluk sempatinin ötesinde bir ilişki içinde değildi hain FETÖ ile. Olaya böyle bakmayanlar da var. Kamudan atılanlarla ilgili olarak Nurettin Canikli ne demişti:
“Kesinlikle bir mağduriyet yok, kesinlikle. Bakın –biliniyor, delillerle ispat edemiyoruz ama- bugün kamuda, ihraç edilenden daha fazla bu örgüte bağımlı, bu örgütle irtibatlı ve örgütün talimatlarını sorgusuz sualsiz yerine getirecek kadar hem kalbini, ruhunu hem de aklını oraya teslim etmiş olan kamu çalışanı olduğunu biliyoruz.”
Burada söz konusu sayının mertebesi 100 bin. Eğer olaya aradan bunca zaman geçtikten sonra hala böyle bakanlar varsa durum vahim demektir. Tam bir paranoya hali… Endişelenmemek mümkün mü? Her gün yüzlerce insanı gözaltına almak, çoğunu tutuklamak, ilerde öncelikle Ak Parti’nin başını ağrıtmaz mı?
Özgürlükler özümsenmeyince…
Bazı tutuklamalar var ki akıl alacak gibi değil. Üstelik bunların medyada gördüğü muamele tam 28 Şubat ortamını çağrıştırıyor. Mesela Osman Kavala’nın gözaltına alınması vesilesiyle medyanın takındığı tavır gerçekten kaygı verici. Özgürlükler özümsenmeyince böyle oluyor demek ki… Osman Kavala’nın faaliyetlerini tasvip etmek zorunda değil kimse, ama onun her şeyiyle legal faaliyetlerine ihanet damgası vurmak da neyin nesi… Geçtiğimiz Şubat ayında Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Avrupa Siyaset Okuluna beni de bir ders vermek üzere davet edenler arasında Osman Kavala da vardı. Bu okulun öğrencileri arasında Ak Parti teşkilatlarından gelenler de mevcuttu ve orada ben Ak Parti’nin başta AB olmak üzere çeşitli konulardaki görüşlerini açıklamıştım. İzlenimlerimi de burada okumuştunuz.
Büyükada tutuklamalarının, bütünüyle devlet destekli faaliyetler yürüten ORSAM’ın başkanı Dr. Şaban Kardaş’ın gözaltına alınmasının, TÜBİTAK Başkanı Yücel Altunbaşak’ı hapislere atmanın, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Rektörü Prof. Galip Akhan hakkında güya dosya var yalanıyla siyasileri tuzağa düşürmenin ve burada onlarcasını sayabileceğim diğer haksız tutuklama ve gözaltıların Türkiye’yi ne kadar zor durumda bıraktığının farkında olmamak mümkün mü? Ergenekon davalarında da böyle anlamsız tutuklamalar olmamış mıydı? O zamanların Kemal Kerinçsiz’leri faaliyette mi dersiniz?
Bütün bunlara bakınca Ak Parti’ye ve ülkeye kast eden birileri mi var acaba demekten kendimi alamıyorum. Eylül ayındaki “Dikkat… Tuzak var…” başlıklı yazım bu endişeyi dile getiriyordu. Ergenekon anlayışı bir başka form içinde devam ediyor galiba…
Bu kaygıya kapılan yalnız ben değilim.
Halil Berktay, 24TV’deki programda ve Serbestiyet adlı sitedeki yazısında soruyor:
“… öyle şeyler oluyor ki, artık izah edemeyecek noktaya geliyorum. AK Parti iktidarı kendisine daha ne kadar zarar verebilir? 2002-2012 arasında on yıl boyunca izlediği çizginin bütün olumluluklarıyla daha ne kadar ters düşebilir? Geçtim; kendisine yabancı, hem de hayli yabancı, hattâ yer yer tümüyle yabancı daha hangi söylemleri benimseyip kullanabilir?”
Alper Görmüş, ‘Yargısal tuzaklar’ ve AK Parti başlıklı yazısında Halil Berktay’a katılıyor ama farklı bir sonuç da çıkarıyor:
“İktidarın ‘kendi ayağına kurşun’ mahiyetindeki yargısal uygulamalarını, ‘yargı içinden iktidarı zora düşürmeyi hedefleyen provokatif hamleler’le izaha çalışmak anlamlı olabilir… Fakat eş anlı olarak, iktidarın bu uygulamaları hevesle sahiplendiğini de mutlaka vurgulamak gerekir ki, bunlar sanki iktidara rağmen gerçekleştiriliyormuş gibi bir anlam çıkmasın.”
Son cümledeki hükme yol açan tavırlar Ak Parti’nin geleceği için açık bir tehlikeyi haber veriyor. 2019 seçimlerine giderken bu anlayışta olmadığını uygulamalarıyla göstermeli Ak Parti.
Etyen Mahçupyan da aynı kaygıyı dile getirirken şöyle diyor:
“FETÖ temizliğini asıl isteyenler MHP ve ulusalcılar, çünkü onların boşalttığı yerlere geliyorlar. Hükümet ise yargı zihniyetini doğru yönlendiremediği ölçüde, kucağında bulduğu emri vaki gelişmelere sahip çıkmak zorunda kalabiliyor.”
Bu emr-i vakilerden biri Büyükada toplantısına katılanların tutuklanmasıydı mesela.
Anladığım kadarıyla Yargıda bir grup var ki FETÖ ile mücadele kılıfı altında Ak Parti’yi ve hükümeti zor duruma düşürecek olmadık işlere imza atıyor. Tutuklamalar, gözaltılar, hukuki dayanaktan mahrum iddianameler, yarın AİHM’den dönmesi mukadder mahkumiyet kararları, hep bu anlayışın eseri olarak tezahür ediyor.
Ak Parti kendisine kurulan tuzakları boşa çıkarmalı ve tuzak kuranları teşhir etmekte tereddüt göstermemelidir. Yoksa “Bir dâme düşürdü ki beni baht-ı siyahım” diyen şarkıyı mırıldanmak zorunda kalacaktır.