Türkiye, ister bölgesel sorunlarda ister dünyanın başka yerlerindeki sorunlarda söz sahibi olmak istiyorsa uluslararası kurumlarla ilişkisini sürdürmek zorundadır. Bu ilişki sadece dünyadaki sorunlarda söz sahibi olmak için değil aynı zamanda itibar ve iktisadi gelişme açısından da önemlidir. Türkiye’de hiçbir yönetimin bunları göz ardı ettiğini ve Türkiye’yi içine kapatmak gibi bir maksadı olduğunu söyleyemeyiz. Bu konuda kuşku yok. Fakat izlenen politikalar istenmeden de olsa bazı ilişkileri kopma noktasına getirmektedir.
Avrupa Konseyi’nde Türkiye’nin yeniden denetim sürecine alınması bu sinyallerin öncüsüydü belki de. Türkiye, 2004 yılında bu denetim sürecinden çıkmış ve o zamanki Hükümetin reformcu anlayışı her kesimden büyük takdir görmüştü. Şu bilinen bir husustur: Hiçbir ülke Avrupa Konseyinin denetim sürecinden çıkmadan AB ile üyelik müzakerelerine başlayamaz. Bunun yazılı bir kuralı yok ama uygulama böyle. Denetim, fazla ayrıntıya girmeden söylersek, öncelikle demokrasi ve hukuk standartlarında belirli bir seviyenin tutturulup tutturulmadığının gözlenmesi demek.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyinin bir organı… Özal döneminde buraya bireysel başvuru hakkı tanınmıştı. Türkiye aleyhindeki davaların alabildiğine artması ülkemizde hukukun gözetilmediği gibi bir algı oluşturuyordu. 2010 referandumu ile Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanınınca AİHM’deki davalarda önemli bir düşüş meydana geldi. Bu da Türkiye hakkındaki algının düzelmesiyle neticelendi. AİHM, Anayasa Mahkemesine başvurmadan kendisine yapılan müracaatları kabul etmemeye başladı. İç hukuk yollarının tüketilmesi gerekiyordu.
Üstelik Anayasamızda şu hüküm bulunuyor (Madde 90): “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
Anayasa Mahkemesinin Şahin Alpay ve Mehmet Altan hakkındaki ihlal kararına İstanbul Ağır Ceza Mahkemelerinin uymaması Türkiye’nin AİHM nezdindeki durumunu bir hayli karmaşık hale sokuyor. AİHM’nin, Anayasa Mahkemesi kararlarının dikkate alınmadığını görerek Türkiye’den doğrudan bireysel başvuruları kabul etmeye başlaması zamanla Türkiye’nin bu kurumdan da kopmasını getirebilir. Bunu kimsenin arzu edeceğini sanmıyorum. Fakat bu gidiş, Türkiye’nin hukuki bakımdan öngörülemez bir ülke görüntüsüne bürünmesine yol açabilir. Öyle bir şey olursa bu hem itibar kaybına hem de yatırım yapılamaz ülke damgası yememize sebep olur. Oysa yatırımla ya da başka türlü sıcak para gelmeden ekonomiyi canlı tutmamız imkânsız derecede zor. Zaten cari açıkla uğraşıp duruyoruz. Bu konudaki zorluklar bizi yeniden İMF politikalarına ya da çok yüksek faizle döviz teminine zorlayabilir. Yerel mahkemeler adli kontrol şartıyla tahliye kararı verseydiler hiç değilse AİHM sıkıntısı ortaya çıkmazdı. Doğrusunu isterseniz ve eğer komplo teorisi demezseniz ben yerel mahkemelerin kararını uzun vadede Türkiye’ye yapılmış bir kötülük olarak görüyorum. Can Dündar kararını örnek verenlere de onun için adli kontrol şartı konulmadığını hatırlatalım.
Yazıp çizdiklerinden dolayı tutuklu yargılanan gazeteciler konusu zaten ülkemizi bir girdabın içine çekme potansiyeli taşırken bir de AİHM meselesinin çıkması iyi olmadı. Can Dündar kararı hakkında Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın “karara uymuyorum, saygı da duymuyorum. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Eğer kararında direnmiş olsaydı, Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar boşa çıkacaktı” sözleri de yargının siyasallaşmasına örnek gösterilecek diye kaygılananlar yok değil.
Hem Avrupa Konseyi ile hem AİHM ile başımız derde girmemeliydi.
Freedom House yeni özgürlükler raporunu yayınladı. Burada Türkiye’nin irtifa kaybettiği ve bir hayli gerilere düştüğünü EuroNews haber haline getirdi. Üzülmez misiniz? Bunlar önemli değil diyemeyiz. Her birinin ülkemizin itibarı ile ilgisi var.
Prof. Dr. Osman Can, Ak Parti içinde görev yapmış bir hukukçu. Bir Twitter mesajında bakın ne diyor: “Alman Anayasa Mahkemesi, işkence görebilme ihtimaline karşı, Alman makamlarının Türkiye ile ilgili yeteri araştırma yapmayıp, işkence konusunda Türk makamlarından garanti almadan İŞİD mensubu bir kişinin Türkiye’ye iadesini Anayasaya aykırı buldu. Bu noktaya gelmemeliydik.” Osman Can’ın bu noktaya gelmemeliydik sözü birinci derece mahkemelerinin Anayasa Mahkemesi kararına uymaması için de geçerli. Bu konuyu hem Twitter hesabında hem de konuşmalarında açıkça vurguluyor.
Son olarak Ak Parti kurucularından ve Cumhurbaşkanımıza da çok yakın, dış dünyayı iyi takip eden bir arkadaşımızın bu konudaki fikrine bakalım: “Kendi Anayasa Mahkememizin kararlarını kabul etmediğimizde yurt dışında görülen veya görülecek her davayı kaybetmiş olmaz mıyız? Hiçbir şey anlamamaya başladım.”
Aslında ben bu yazıya Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi ele almak amacıyla başlamıştım. İster istemez konu günün aktüel meselelerine de kaydı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Cumhurbaşkanımızla basın toplantısında, AB ile ilişkilerimizin üyelik perspektifi dışında ele alınması gerektiğini söylüyor. Macron, bugünün gerçeklerini de dikkate alarak yeni başlıkların açılmasının mümkün olmadığını da ilave ediyor. Bugünün gerçekleri derken anlaşıldığı kadarıyla aklından Kopenhag siyasi kriterleri geçiyor. AB’nin de Türkiye’nin de süreç normal bir şekilde ilerliyormuş gibi sergilediği ikiyüzlülükten vaz geçmesi gerektiğini söylüyor Macron. Eğer ben yanlış anlamadıysam konuşmasının bir yerinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine de (AİHS) vurgu yapıyor.
Macron’unn sözleri AB için bağlayıcı değil ama bu tavrın önemini de inkâr edemeyiz. AB’nin bundan sonra tutumunu bu istikamette daha belirgin kılabileceğini ifade edelim.
Avrupa Birliği’nin 15 Temmuz öncesi Türkiye’deki terör olaylarını hemen hiç dikkate almadığını ve ilişkileri sürdürürken bu konuyu göz ardı ettiğini biliyoruz. AB’nin Türkiye’ye insan hakları ve benzeri konularda tavizkar bir tutum takınması gerekirdi demiyorum. Bunu söylemek ve istemek çok yanlış olur. AB bunları göz önüne alarak daha yapıcı davranabilir ve sorunlara çözüm arama istikametinde bir yaklaşım sergilemekte isteksiz davranmayabilirdi. Mesela 23’üncü ve 24’üncü fasılları açarak Türkiye’yi cesaretlendirebilirdi.
Aynı şey 15 Temmuz’dan sonrası için de geçerli. Neredeyse sanki Türkiye’de hain bir darbe teşebbüsü olmamış gibi davrandı AB. Türkiye’nin darbe travmasından kurtulması için AB’nin yapabileceği çok şey vardı fakat adeta akıl tutulmasına uğradılar. Onlar bu konulara ilgisiz kaldıkça bizim tavrımız da özgürlükleri kısmak ve işi OHAL’e yıkmak gibi bir hale dönüştü. Böylece kopma noktasına geldik.
Ben hala AB ile ilişkilerimizi tam üyelik perspektifiyle ve makul bir anlayış içinde devam ettirmekten yanayım.
Türkiye, kendi içine kapanamaz. Uluslararası kurumlarla ilişkisini sürdürmek ve bunun gereklerini gözetmek zorundadır.