Bir önceki yazıda anlattığım Erzurum’daki taziyeden dilimde bir nükte kaldı. Baş sağlığı için gelen ve rahmetli Fevzi Hoca’ya muhabbeti olduğu anlaşılan sıra dışı bir profesör sohbet sırasında şöyle dedi: “Bu dünya bir garip, dirileri gömüyorlar, ölüleri yaşatıyorlar.”
Daha sonra edindiğim bilgiye göre, ‘bedenleri diri ruhları ölü’ ya da ‘bedenleri ölü ruhları diri’ kimselere atıfla söylüyormuş bu sözleri bir zamanlar hafızlık da çalışmış olan beyin hastalıkları uzmanı profesör. Fakat dedim ya, sıra dışı diye… Buna benzer üç beş cümle daha sarf etti. Namaz borcunu peşin ödediğinden falan da söz etti, ‘hesabı nasıl yaptın’ diyenler oldu, onlara ‘sonra anlatırım’ dedi.
“Hele otur, ölüleri yaşatmak da ne demek” demeye kalmadan kalktı ve çıktı evden. Ateizm ile dünyevi her şeyden elini eteğini çekmeye varacak kadar dini hassasiyet içinde gidip gelen bir kafanın bunalımlarından bahsediliyor gibi geldi bana. Bu hale sürüklenişinin sebeplerini bilmek isterdim doğrusu? Taziye ortamı bunların detaylarını öğrenmeme elvermiyordu. Yine de orada bulunanlardan bazı ipuçları koparabildim. Dini hassasiyetlere tam olarak uymadıkları iddiasıyla bazılarını tekfir ile itham etme aymazlığına düşenler, hazretin ipleri koparmasına sebep olmuş anlaşılan. Onun ne dediğinden ve düşündüğünden ziyade toplum olarak buradan çıkarılması gereken derslere yoğunlaşmamız gerekiyor. Üstad Necip Fazıl’ın ham yobaz kaba softa tabirini kimler için kullandığını hatırlayalım.
Benim aklıma “ruhları ölü kimseler” ibaresi takıldı kaldı. Nasıl tefrik edeceğiz ruhları ölü olanlarla ruhları diri olanları? Ruhun diri olması ne demek? Nasıl bir anlam yükleyeceğiz bu kavrama?
Gelin bir kıstas bulmaya çalışalım. Zor ama gayret edelim. Çok genelleştirirsek “Allah rızası” için bir faaliyet içinde olmak mesela… Bunu biraz açmamız lazım. İnsanlara yararlı olmak, onlar için faydalı işler yapmak…
Bunun da farklı veçheleri var. Biri haddini bilmek… Bir diğeri özellikle yöneticiler için önemli… Liyakat sahipleriyle iş tutmak…
Liyakat deyince yazar Alev Alatlı’nın bu konuya temas eden sözleri geliyor aklıma… Anadolu Ajansı Alev Hanımla geniş bir mülakat yapmış ve ezeli derdimiz liyakat öne çıkmış bu konuşmada.
Önceki yazılarda da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi üzerine bazı fikirler serdettiğim için Alev Alatlı’nın şu sözlerine dikkat çekmeden geçmeyelim derim:
“Sistemler onları kuvveden fiile çıkartan ve idame ettiren insanların niteliğiyle kaimdirler. Ehil bir atanmışın vezir edebildiği bir halkı, işinin ehli olmayan bir seçilmişin rezil edebildiği de sır değil. İster monarşi, ister meşrutiyet, ister parlamenter, isterse bizim şimdi denediğimiz başkanlık sistemi olsun, toplumların bir avuç iyi niyetli ve ehil insanın yüz suyu hürmetine ayakta kaldığını kadim tarih teyit ediyor. Sistem kendi başına bir değer değil, değerini sistemi çalıştıranların liyakati belirliyor.”
Tam olarak böyle mi, emin değilim. Kurumsallaşmanın ve belirli kuralları hâkim kılmanın da bir önemi yok mu? Biz niçin Avrupa Birliğine girelim diye uğraşıyorduk? Bir takım kurallarla kendimizi bağlamayı ve bunun denetlenmesini istememiş miydik? Üstelik liyakati tayin için bir kurallar manzumesi yerine kişilerin kararına bağlı olmanın bir mahzuru yok diyebilir miyiz? Her ne kadar Alev Alatlı’nın “aba da bir çuha da bir giyene” anlamı taşıyan sözlerinin haklı tarafları varsa da ben yine de insanların ve kurumların kendilerini bir takım kurallarla bağlamalarına ve onun da denetlenmesine ihtiyaç olduğunu düşünenlerdenim. Yukardaki alıntının son cümlesi önemli. Bir sistemin değerini sistemi çalıştıranların liyakati belirliyorsa onların nasıl iş başına geleceklerinin de bir liyakat çerçevesi içinde belirlenmesi gerekmez mi? Eğer sitemi çalıştıranları tek bir kişinin denetlenmeyen iradesiyle iş başına getirirsek doğru olur mu? Bugün her şey doğru yapılıyor olabilir, ama bunun yarını yok mu?
Alev Alatlı elbette her şeyin farkında. Şu cümleler onu gösteriyor zaten:
“Bizi kahreden olumsuzlukların ezici çoğunluğu, aktörlerin ehil olmamalarından kaynaklanıyor, ahlaksızlıklarından değil. Hâsılı, liyakat meselesini çözer, emaneti ehline bırakmayı ilke edinirsek, etnik veya sınıfsal veya ideolojik kutuplaşma kaygıları yok olur.”
Alev Alatlı’nın liyakati tespit için önerileri var. Ancak oraya geçmeden önce bir noktayı gözden kaçırmamak gerekiyor. Alev Hanıma göre liyakatten sonra öncelikli meselelerimiz arasında “adli sistemin ihyası” ve “milli eğitimin yalpalamalardan kurtarılması” var. Şöyle diyor Alev Hanım:
Bu kurumlar toplumun genel zihniyetinin, değer yargılarının, dini inançlarının, dönemin hâkim dünya görüşlerinin, evrensel düşünce akımlarının ve nihayet sosyoekonomik yapılanmasının ortak ürünleridir./… /Ne bir hükümet ne bir bakanlık ne bir sivil toplum örgütü veya mezhep veya tarikatın tek başına altından kalkabileceği düzenlemeler değildirler./… / Umarım ki, bu defa “Elimden geleni yaptım.” mazeretine sığınmayan, “yapılması gerekeni yapan” kadroları bir araya getirme imkânı olur.
Şimdi asıl can yakıcı soru şu: “Yapılması gereken nedir ve nasıl tespit edilecektir?” Pek çok meselede “ne gerekiyorsa yapılacak/ yapacağız/ yapacağım” şeklindeki basmakalıp ibareyi çok duyduk. Ne yapılması gerektiğini bilmeyenlerden az mı çekti bu âlem? Neyin gerektiğinin tespiti için de liyakat sahibi kimselere ihtiyaç olduğunu elbette Alev Alatlı da zımnen söylüyor.
Liyakatin tespiti konusunda Alev Alatlı’nın önerisi iki noktada toplanıyor. Hesap verebilirlik ve akreditasyon… Şöyle açıklıyor bunları:
… akademik literatürde “accountability” diye geçen, hesap verebilirlik/ sorulabilirlik/ sorabilirlik diye bir norm var. Kişiyi yaptıkları kadar yapmadıklarından da sorumlu tutan bu düzgünün etkinleştirilmesi halinde, liyakati objektif olarak saptamak kolaylaşacaktır. “Akreditasyon” diye de bir düzgü var. Bu da kişi ve kurumların evrensel standartlar muvacehesindeki yerlerini tespit etmeye yarar. Üniversitelerden hastanelere, adli tıptan hukuk mahkemelerine kadar hemen tüm kurumlarda işlevsel olabilir.
Başlangıçta sorduğum soru zordu. Ben de galiba onun için yan yollara saptım. Ama olsun liyakat sahiplerinin itibar gördüğü bir âlemde yaşayan ölüler daha az olur.
Bedenler ölse ve gömülse de ruhlar ölmüyordu bir zamanlar. Ruhları diri tutan bir medeniyetin çocuklarıyız biz. Yahya Kemal, yaşayanlarla beraber aynı safta bulunan ruhlardan bahsediyordu ya, işte benim de bu yazıda muradım size onu hatırlatmaktı. Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirden:
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.