Yaşanmaya değer hayatı elde edebilmek için umudumuzu her an diri tutmamız gerekiyor. Her birimizin kişisel ve toplumsal hayatında zor dönemler ve çıkmazlar olur elbette. İlahi buyruk, kimsenin, taşıyamayacağı yükle mükellef kılınmayacağını söylüyor.
Ülkeler için de böyle. Ne türlü badirelerle söz konusu olursa olsun bir çıkış yolu aramaktır önemli olan. Daha da önemlisi umudu artıracak unsurları göz ardı etmemektir.
Mesela ben, Türkiye’nin eninde sonunda hukuk ve demokrasi adına önemli adımlar sayılabilecek bir reform sürecine yeniden gireceğine dair umudumu koruyorum. Her şeye rağmen… Yargının şu andaki içler acısı durumuna rağmen… Deniz Yücel davasına, Büyükada rezaletine ve Rahip Brunson komedisine rağmen… Bunlar yetmiyormuş gibi şimdi bir de hiçbir uluslararası hukuk normuyla bağdaşması mümkün olmayan Gezi davasına rağmen… FETÖ’nün hain babalarını elden kaçırdıktan sonra olur olmaz sebeplerle açılan ve binlerce mağdur yaratan anlamsız davalara rağmen…
Önümüzdeki yerel seçimlerden sonra popülist söylemlerin bir kenara bırakılacağına ve gerçekçi bir değerlendirme sürecinin şu ya da bu sebeple başlayacağına inanıyorum. Buna dair umudumu korumak için sebepler aramaktan geri durmuyor zihnim. Bir Bakanın “2019 yılında 2,5 milyon yeni istihdamı hayata geçireceğiz” türü vaatlerinin neye dayandığını bulamasam da sürekli aşağılara doğru giden üretim eğrisini zıplatacak belki bir yol vardır da ben bilmiyorum diyor ve kendimi teselli ediyorum. Ekonominin en canlı olduğu dönemlerde bile bu kadar istihdam sağlanamadı diye kulağıma bir şeyler fısıldamaya çalışan cinlere fırsat vermemek adına aklıma iyi şeyler getirmek için çırpınıyorum..
Enflasyon düştü diye sevinenleri üzenler de var. Ayıp ediyor Mahfi Eğilmez şöyle diyerek: “Enflasyon fiyatların artış hızıdır. Enflasyon düştü demek fiyatların artış hızı düştü demektir, fiyatlar düştü demek değildir. Enflasyon düştü diye yazdığımızda “nerede düştü fiyatlar hala aynı yerde” diye söylenenlere duyurulur.” Eğer enflasyonu ekonominin kan kaybına benzetirsek, onun düşmesi kan kaybının yavaşlaması demek oluyor. Sonu nedir kan kaybının, hızlı ya da yavaş? Bu arada %5’ler düzeyindeki enflasyonu bir insanın bilerek kan vermesine benzetenler ve bunun ekonomiye canlılık getirmek anlamında faydalı olduğunu belirtenler olduğunu da yazalım.
Yani umudu korumak gerek. Bugünlerde faizi %24 civarında sabit tutmayı başaran Merkez Bankasının yarın onu daha da düşürebileceğini hayal etmek ve bedbin olmamak lazım. Faiz ile enflasyon ilişkisini popülist söylemin dışında bilimsel olarak açıklayacak bir adımı da hayal etmekte ne mahzur var? Faiz kötü demekle bir yere varılamayacağını, bu işin sadece ekonomik değil her alanı kapsayan bütünsel bir nizam içinde ele alınması gerektiğini fehm edip belki bir merkez ya da enstitü bünyesinde neler yapılabileceğini ortaya koymak üzere bir adım atılacağını da aynı hayal çerçevesi içine yerleştirebiliriz.
‘Aslolan üretimi artırmaktır’ diye haykıranlara kulak verecek bir iklimi uzak zannetmek bu ülkenin potansiyelini görmemek demek olur. Sakının bundan derim. Seçimleri bitirelim, bakın çok daha sağlıklı kararlar alınabilecek iklim o zaman kendiliğinden hâsıl olacaktır. Bu toplumun sağduyusuna güvenmemek olmaz.
Ne demiş Yahya Kemal? “İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” demiş. O halde biz de hayal kurmaya devam edebiliriz. Bakarsınız yüzde yirmi beşe sıkışmış partiler niye bu milletin hepsine tercüman olacak bir anlayıştan mahrum olduklarını düşünmeye başlarlar. Bakarsınız seçmenleri kutuplaşmaya zorlayarak kendi taraftarları dışındaki önemli bir kitleyi önemsemez bir edaya bürünmüş partiler bundan vaz geçer ve “hayır, herkese söyleyecek sözümüz var” noktasına gelirler. Bakarsınız ittifaklar kutuplaşmanın bir aracı olmaktan çıkar sadece seçim yarışında bir birliktelik olmaktan ibaret kalır.
Sadece bugünler için hayal kurmak yetmez. Geleceği de düşünmek gerek. Belki de eğitimdeki çıkmazları halledecek bir bilimsel çalışma ortamı yakalar ve bu alanı yap-boz tahtası olmaktan kurtarırız. Üniversitelerimiz suskunlar beldesi olmaktan çıkar belki de. “Valla hoca duymadım, valla hoca görmedim” parodisini ebediyen terk eder ve aslî fonksiyonunun ne olduğunu hatırlar. “Tanzim Manav” ve %10 kantin indirimi gibi basit fikirlerle –hay Allah, fikir yerine ne demeliydim– enflasyon kontrolüne kalkmanın bir üniversite için gülünç olacağını, onun yerine üniversitenin yapabileceği daha başka bilimsel çalışmalar olduğunu nazik bir şekilde ifade edecek birileri çıkar bakarsınız. Tepesinde Dokuz Eylül Üniversitesi adının bulunduğu bir internet sitesinde hala 2010 yılındaki bir etkinlik yeni diye takdim ediliyorsa işimiz zor mu diyorsunuz? Haklısınız.
Gelecek için hayal kurmak ve umuda ivme kazandırmak için halının altına süpürdüğümüz Kürt meselesi, yapısal reformlar, AB ile müzakereler ve Avrupa Konseyinin denetim sürecinden çıkarak demokrasi adımlarını hızlandırmak gibi hususlar için nasıl bir iklime ihtiyacımız var? Kemal Burkay, “Hadi gülümse bulutlar gitsin” diye başladığı şiirini “İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse” diyerek bitiriyor.
Canınızı sıkan işler yok mu? Beni üzen olaylar var. “Ne oldu bize, ne ara dostlarımızı parayla değişir olduk” diye dalıp dalıp gidiyorum. Baksanıza Ahmet Taşgetiren’in başına gelen işe. Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı ve bünyesindeki Altınoluk Dergisi, Belediyeden aldıkları maddi desteklerle, 33 yıldır Altınoluk Dergisini sırtlayan Taşgetiren arasında bir tercihle yüz yüze bırakılmış belli ki… Anında satmışlar Taşgetiren’i. Taşgetiren’in kabahati de az değil hani. Karar Gazetesinde yazıyor ve bir konuşmasında “12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat döneminde yazdım, kendimi bu zamandaki kadar kısıtlı bir duygu içinde görmedim” diyerek sosyal medya çığırtkanlarını çileden çıkarıyor.
Dert bir değil ki… Baksanıza İslam Dünyasının –şey, özür dilerim, halkı Müslüman ülkelerin– durumuna… İslam İşbirliği Teşkilatı bunca yıldır faaliyette. Hangi dişe dokunur işini duydunuz? Zaten bir fikir etrafında toplanamadıkları ortada değil mi? İsrail için Şam’da şeker bu olsa gerek. Cemal Kaşıkçı cinayetini de görmezden geldiler. Suudiler para veriyor diye… Ha onlar Kaşıkçı cinayetini görmezden gelmiş, ha birileri Ahmet Beye kapıyı göstermiş… İkisinin de sebebi aynı…
Biz hüznün şairi Şeyh Galib gibi “Keşti-i ümid lenger aldı/ Ben kaldım o söz lebimde kaldı” diyemeyiz. Ümid gemisi biz içinde olmadan demir almasın istiyoruz. Söyleyecek sözümüz var, niçin dudağımızda kalsın söyleyeceklerimiz. Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk gibi muhteşem bir eserden sonra bile daha söyleyecek sözüm vardı diyor. Oysa biz daha konuşmadık ki… Konuşamıyoruz ki… Biz ümitvar olmaya devam etmek zorundayız. İnkisara yer yok… Her şeye rağmen… Geçmişte güzel günlerimiz vardı. Gelecek günleri daha güzel kılmak elimizde…