Gözlerimdeki bir sıkıntıya rağmen vazgeçemediğim kitapların başında şu sıralar elimden düşürmediğim Cenneti Arayan Adam var. Ziyaüddin Serdar’ın hayal kırıklıklarını dile getiren bir kitap. Çok çeşitli cemaatler, topluluklar, şeyhler, kuruluşlar, ülkeler onun cenneti ararken durakları olmuş. Bu kitabı okurken muhtemelen kendi maceranızı da gözden geçirmiş olacaksınız.
Ziyaüddin Serdar, İslam dünyasının önemli entelektüellerinden biri. Pakistan doğumlu. Küçük yaşta ailesi Londra’ya taşınmış. Genç yaşında FOSİS diye bilinen İngiltere ve Kuzey İrlanda’daki Müslüman Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nun Genel Sekreterliğini yürütmüş, İslam dünyasının hemen her yerinde bulunmuş ve oradaki entelektüellerle çalışmaları olmuş, septik yani her kavramın aslını merak eden şüpheci bir Müslüman.
Bulunduğu her yerde ve toplumda İslam’ın geleceğini tartışıyor, yani cenneti arıyor. Türkiye’de, İran’da, Arabistan’da, Pakistan’da, Malezya’da aramış cenneti. Hep hayal kırıklıkları… Konya’da İslam’ı kılık kıyafete indirgeyen bir şeyh de üzmüş onu, Abdülkadir Es-Sufi de, Şeyh Nazım da… FOSIS’deki arkadaşları bile onu anlamakta zorlanmışlar. Aradığı, yeryüzü cenneti mi, ebedi cennet mi? Buna kitabı okuyanlar cevap vermeli.
Ben yeryüzü cenneti diyerek devam etmek istiyorum. Herkesin okuması gereken bu kitabın uzun tanıtımına girecek değilim. Benim ele alacağım konu biraz farklı. Meraklıları için iki uzun tanıtım yazısından bahsedebiliriz. Biri Kamil Yeşil tarafından kaleme alınan “Bir İslam sekülerizmi mümkün mü veya Cenneti Arayan Adam” adıyla çıktı. Diğeri Necdet Subaşı’nın coşkulu kaleminin eseri: “Bir Hastane Odasından Dosta Mektup”. Bu konuda son bir notum var. Ziyaüddin Serdar’ın 26 Mart Salı günü Ankara’da Liman Kitap’ta imza günü vardı.
Cenneti Arayan Adam’ı okurken İstanbul gibi bir şehrin Başkanlığını muhafazakâr bir yapıya teslim eden ve 25 yıldır cennete kavuşamayan bir topluluğun hayal kırkılıklarını da aynı kalıp içinde mütalaa edip edemeyeceğimiz sorusu geldi aklıma. Maksadım çoğumuzun içinde olduğu anlayışın cennet vaadinin temelsiz, realiteden uzak ve beklentileri karşılayamayışının sebepleri üzerinde düşünmek. Buradaki kusuru Ak Parti’ye yıkarak işin içinden çıkamayız. Neticede Ak Parti’ye lazım olan yol ve yöntemi de hepimiz birden tayin ediyoruz.
Her ne olursa olsun, Ak Parti’nin pek çok büyük şehir belediyesini kaybetmesinin Türkiye’nin geleceği açısından ne kadar önemli bir dönüm noktasına işaret ettiğini gözden uzak tutamayız. Ak Parti mi muhafazakâr düşüncenin uzağına düştü, yoksa muhafazakâr düşüncenin zaafları mı mevcut duruma yol açtı? Bu, zor bir soru? Niçin ortaya bütün dünyanın örnek alabileceği iyi örnekler koyamadık? Ne mevcut şehirleri ıslah edebildik, ne ideal bir şehir örneği yaratabildik. Aksine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i bile kalmadı. Bunu söyleyen ben değilim. Mustafa Kutlu, Sevincini Bulmak adlı uzun hikâye kitabında şöyle diyor: “… lakin o beş şehirden geriye ne kaldı. Belki biraz Bursa kaldı,” s 223, Dergâh, Eylül 2018. Galiba Mustafa Kutlu, Bursa’nın TOKİ’sini görmemiş. Bursa gibi bir şehre o TOKİ rezaletini yakıştıran bir anlayışla yüzleşmek gerekmiyor mu?
Bir hakikatin bilinmesi adına şu noktaya kısaca temas etmek istiyorum.
İstanbul ve Ankara’nın kaybedilmesinin Ak Parti camiasını üzdüğü bir gerçek. Detaya girmeyelim, ortak aklın göz ardı edilmesi önemli bir müessirdir. Onun kadar önemli bir husus “ortak aklı göz ardı ediyoruz” diyebilen kimsenin kalmamasıdır.
Ak Parti kurulurken bazı prensipler koymuştu ortaya. Bugün hala pek çok kimse o prensiplere sadakatsizliğin yol açtığı sıkıntıları konuşuyor. Kemal Öztürk bir örnek… Ak Parti’nin o prensipleri bir nevi yeryüzü cenneti vadiydi. Onlara sadık kalınsaydı cennete kavuşulur muydu?
İlk dönemde böyle bir hal vardı. Herkes teslim ediyor ki ilk dönem, sonu henüz cenneti göstermese de o yolda ilerleme gayretlerinin yoğun olduğu bir sürece işaret ediyordu. Devam edilseydi cennete çıkar mıydık? Belki… Ancak şimdi o cennet hayalinden bir hayli uzak olduğumuz bir gerçek. Bu durumu ister 25 yıl sonra İstanbul’un haline bakarak ister ülkenin hukuk, ekonomi, dış ilişkiler ve iç huzur bakımından içinde bulunduğu hale bakarak tespite çalışalım. İkisi de cennet vadinin bir hayli uzağında. Beton yığınına dönüştürülen, yani ihanet edilen İstanbul var bir tarafta, bir tarafta da nerdeyse on beş gündür bir seçime nokta koyamayan bir üçüncü dünya ülkesi görünümlü Türkiye var.
Büyük iddialarla ortaya çıkanlara, Ziyaüddin Serdar’ın Kelim Sıddıki’den naklettiği bir nükteyi hatırlatalım, s.181:
“İslam’ın üstün olduğunu ilan ediyoruz; ancak neden üstün olduğunu bilmiyoruz. İslam’ın bütün bireysel ve toplumsal problemlerimizi çözebileceğini iddia ediyoruz; ancak nasıl olacağını bilmiyoruz.”
Ziyaüddin Serdar da benzer fikirlerini sunuyor bize, s.180:
“Müslüman toplumlardaki sosyal düzeni onarmanın veya restore etmenin mümkün olduğunu sanmıyorum. Gördüğüm kadarıyla, birçok Müslüman toplum ıslah olmaz bir durumda. Mevcutlarından kökten farklı, alternatif sosyal ve siyasal düzenler düşünmek ve oluşturmak zorundayız./…/ Sohbetlerimizde İslami bilgimizin uygulanabilir alternatifler üretmek için yetersiz olduğu sonucuna varırdık.”
Şu kelimelerin altını çizmek isterim: “alternatif sosyal ve siyasal düzenler düşünmek ve oluşturmak…” İslam’ın her türlü problemimize çare olduğunu savunanların bu yolda bir eseri var mıdır, merak ediyorum. Uygulanabilir örnekler olmadığı her halde açık. Yıllardır bu konuda çalışan Akevler Akdeniz Bilimsel Araştırma Merkezi’nin teorik çalışmalarının elbette bir kıymeti var ancak dünyaya sunulabilecek pratik ve uygulanabilir iyi bir örnek mevcut değil.
Cennet kavramını maddi değerlere indirgemek istemem ama bugün eğer 25 bin dolar kişi başı gelirimiz olsa da nasıl 30-40 bin dolara çıkarırız tartışmaları yapıyor olsaydık belki cennete doğru gittiğimizi düşünebilirdik. Ancak unutmayalım bunların tartışılabileceği iklim, ancak güven veren bir hukuk nizamıyla, hesap vermeye hazır bir yönetim anlayışıyla ve iç huzurun temin edilmiş olduğu bir ortamla mümkün olabilir. Türkiye’nin bu haliyle ne Golan Tepeleri işine, ne Filistin’deki haksız ilhaklara karşı söyleyeceği sözlerin bir ağırlığı olur.
Bunların sebepleri üzerinde düşünenlerin gözden kaçırdığı bir husus var. 16 Nisan referandumu… Kemal Öztürk’ün, referandumla gelen Başkanlık sisteminin uluslararası standartlar açısından pek çok zaafla malul olduğunu göz ardı edişi bir örnek…
Cennet vadinin en önemli parametresi özgürlüklerdi. Bugün aydınlarıyla, üniversitesiyle, medyasıyla, zaten yok olmak üzere olan sivil toplum kuruluşlarıyla, yarı resmi oda ve birlikleriyle, işadamları dernekleriyle, sendikalarıyla susan bir toplumla karşı karşıyayız. Tartışmadan, konuşmadan doğruyu bulamayacağımıza göre işimiz zor demektir. Yine de bu yapıyı zorlamak gerekiyor. Nasıl? Belki önümüzdeki günler yeni bir ufukla buluşturur bizi ve ortak akla ihtiyacımız olduğunu hatırlatır.
Cenneti arayanlar, aramaktan vaz geçmemeli… “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır ve bu uğurda ter dökenlerdir” denmiş.
Biz cennet peşinde koşarken Yunus Emre bizi aşıyor ve daha ulvi bir gaye için çırpınıyor:
“Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver sen anı bana seni gerek seni”Bir kısa not: Geçen hafta bir rahatsızlık sebebiyle yoktum bu sütunlarda. Önümüzdeki hafta da galiba gözümdeki bir operasyon sebebiyle ara vermek zorunda kalacağım. Fakirin dualarınıza ihtiyacı var…