Beni sıkı bir göz muayenesinden geçiren Prof. Dr. Zeki Bayraktar, “sağ gözünüzde %70’e varan bir görme kaybı var” deyince şaşırdım. “Katarakt var gözünüzde ama daha önemlisi retinada oluşan bir zar var ki acilen ameliyat gerekiyor” diye devam etti Zeki Hoca. Söyleyeceklerinin bu kadarla sınırlı olmadığını bakışlarından anladım. “Sakın gecikmeyin” diye uyardı beni ve ekledi: “Gecikirseniz tedavi mümkün olmayabilir.”
Epey bir zamandır okurken ve yazarken zorlandığımı hissediyordum ama öyle görme kaybı gibi hususlar aklıma bile gelmemişti. Daha bir buçuk sene önce göz kontrolüne gitmiştim ve Zeki Bey, “gözlük numaranız hafifçe değişmiş ama şimdilik buna devam edebilirsiniz” diyerek gözlük değişikliğine bile gerek duymamıştı. Bu sefer ‘galiba gözlüğüm kâfi gelmiyor’ kaygısıyla gitmiştim muayeneye. Çünkü okurken daha çabuk yeniliyordum uykuya… Elime aldığım bir kitabı daha on sayfa okumadan bırakmak zorunda kalıyordum. Kur’an okurken, önceleri iki üç dakikada okuduğum bir sayfayı son zamanlarda neredeyse beş dakikada ancak bitirebiliyordum. İşaretler birbirine karışıyor, âyet numaralarını seçemiyordum. Bilgisayar ya da tabletten okuduğum yazıların puntolarını büyütme ihtiyacı duyuyordum.
Ne yapmalıydım? Zeki Hocaya ‘ne zaman yaparsınız ameliyatı?’ diye sordum. Hoca, “bu biraz zor bir ameliyat, buradaki donanım yeterli değil, üstelik ayrı bir ihtisas dalı retina cerrahisi, onun için sana üç isim vereceğim, bunlardan biri ile vakit geçirmeden görüş” dedi. Verdiği isimlerden biri Prof. Dr. Ali Hakan Durukan’dı. Zeki Hoca’nın Gülhane’den öğrencisiymiş. Buluştuk Ali Hakan Hocayla. O da detaylı bir muayeneden geçirdi beni. “Sağ gözünüzdeki görme kaybı %80” dedi. “Vakit geçirmeyelim, bir hafta sonrası için ne dersiniz?” diye sordu bana. ‘Tamam’ dedim. Zaten bir hafta önce bir başka sebeple bıçak altına yatmıştım. Böylece on beş gün içinde iki operasyon geçirmiş olacaktım. Aslında neşterle aram iyi desem yanlış olmaz. Daha önce beş kere irili ufaklı ameliyat geçirmiştim.
Bunlardan biri ile ilgili hoş bir şey anlatır yakınlarım. Bir ameliyat sonrası narkozdan uyanma demlerinde su istemiştim ama gözüm bir açılıyor bir kapanıyordu. Su vermiyorlardı etrafımdakiler. Daha sonra bana Fuzûli’nin Su Kasidesi’nden beyitler okuduğumu söylediler. Şu mısrayı okuduğumu ben de hayal meyal hatırlıyorum: “Hayrdır virmek karanû gîcede bîmâre su” Etrafımdakiler için olmasa da benim için vakit geceydi ve karanlıktı. Bu karanlık gecede bana su verip bir hayr işledi mi yakınlarım, bilmiyorum. Yoksa doktorların yasağı mı geçerliydi, onu da hatırlamıyorum şimdi. O narkozun etkisiyle baş ucumdakiler, bana epey şiir okuttuklarını zaman zaman gülerek anlatırlar.
Bu görme kaybı bana neler söyletmedi ki… İlk aklıma gelen siyasilerin uğradığı görme kaybıydı. Böylesine bir görme zaafı olmasa bir seçim uğruna toplum bu kadar kutuplaştırılabilir miydi? Daha önce toplumun bir yarısını kendinden öteye iten siyasi anlayışın yanlışlığına işaret eden yazılar yazmıştım ama o yazılarda siyasi görme kaybının mertebesini söylemeyi akıl etmemiştim. Mesela o yazıdan şu satırlar:
“Ne demiş Yahya Kemal? “İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” demiş. O halde biz de hayal kurmaya devam edebiliriz. Bakarsınız yüzde yirmi beşe sıkışmış partiler niye bu milletin hepsine tercüman olacak bir anlayıştan mahrum olduklarını düşünmeye başlarlar. Bakarsınız seçmenleri kutuplaşmaya zorlayarak kendi taraftarları dışındaki önemli bir kitleyi önemsemez bir edaya bürünmüş partiler bundan vaz geçer ve “hayır, herkese söyleyecek sözümüz var” noktasına gelirler. Bakarsınız ittifaklar kutuplaşmanın bir aracı olmaktan çıkar sadece seçim yarışında bir birliktelik olmaktan ibaret kalır.”
Türkiye’yi içine kapatmaya çalışan bir anlayış var. Bundan özenle kaçınmamız gerekiyor. Hem demokrasi karnemizin kalitesi itibariyle mecburuz buna hem de ekonominin ılıman bir iklime olan ihtiyacı sebebiyle.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Çubuk’ta uğradığı saldırı aşırı kutuplaşma ve ötekileştirme söyleminin bir sonucu değil mi? Bunun tehlikelerine de daha önce dikkat çekmeye çalışmış ve şöyle yazmıştım:
Seçim kazanmak için kendi sempatizanları dışındaki herkesi ötekileştirmeyi yanlış bulanlardanım ben. İnsanları bir takım unsurlarla korkutmak ve böylece kendi müspet taraflarından ziyade başkalarının menfi tavırlarını öne çıkararak seçim kazanmak sürdürülebilir başarının anahtarı olmasa gerek. Daha önce de yazdım, seçmenleri belirli kutup noktalarına savurmak insani de değildir, ahlaki de değildir. İslam’ın ‘kalbleri kazanmaya bakın’ ilkesine de uygun değildir. Ne diyordu Yunus: “Bir kez gönül yıktın ise,/ Bu kıldığın namaz değil,/ Yetmiş iki millet dahi/ Elin yüzün yumaz değil.”
Görme kaybı hukuk alanında ortaya çıkınca kalıcı ve örseleyici izler bırakıyor. KHK’lıların oy kullanmasına itiraz eden Ak Parti böyle bir faciaya yol açmak üzereydi. İdari bir karar olan KHK’lılar meselesini gündeme taşıyarak Ak Parti’nin hukuk anlayışını zedelemeye değer miydi? Bu konuda söylenecek söz çok ama biz sözü ehline bırakalım. “Hiç kimse kendi kusurundan hareketle hak iddiasında bulunamaz” diye izah ediyor anayasa profesörü Osman Can. Kastı seçmen listelerine itirazla ilgili olsa gerek.
Ak Parti Genel Merkezinin bu yoldaki gayretleri bana, “ırgatın tembeli gün batarken gayrete gelir” sözünü hatırlattı. Vaktiyle seçim stratejisi üzerinde bir beyin fırtınası yapmayı akıl edemeyenler ve ortak aklı tek akla indirgeyenler şimdi hukuk rezaletlerine imza atmaktan çekinmiyorlar. İstanbul seçimleri iptal edilir ve yenilenecek olursa artık yarış, Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasında değil Cumhur ittifakı ile Millet ittifakı, hatta Tayyip Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu arasında cereyan edecek. Böyle bir riske razı olabilecek Ak Partili var mı acaba? Buradaki görme kaybı benim %80’imin de ötesinde galiba.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” diyerek attığı iyi niyetli adıma ittifak ortağı Devlet Bahçeli’nin cevabına kulak verirken, kendimi, 1930’ların Almanya’sından birisini dinlerken bulduğumu zannettim. İrkildim. Sonra “hah işte” dedim, “%100’ü yakaladın.”
Ali Hakan Hoca ameliyatımı yaptı. Hem tıp diliyle EpiRetinal Membran tabir ettikleri zarı soymuştu hem katarakt işini halletmişti. Sonra bana “iki haberim var sana” dedi. Biri çok iyi, diğeri kötü değil ama çok hoş da değil. Hangisini önce yazmalıyım. Daha önemli olan iyi haberi elbette… Ameliyat çok başarılı geçmişti. Zarı maharetle soymuş merceği gözüme hassasiyetle yerleştirmişti Ali Hakan Hoca. Zaten ameliyat sırasında her adımı bana izah etmişti, “merceği yerleştirdik, zarı soymaya başladık, evet zar soyuldu, şimdi son işlemleri yapıyoruz” diyerek ve benimle konuşarak bitirmişti ameliyatı. 45 dakika sürer tahmini vardı, 35 dakikada bitti. Nasıl teşekkür ettim, bilemezsiniz.
İkinci haber görme kaybımla ilgili. Ameliyat sonrası yaptığı kontrolde iyileşmenin başladığını, şimdiden eskiye göre %10 görme kazancı olduğunu söyledi ama beni bir ay sonrası için muayeneye çağırdı ve gözlük işini o zaman karara bağlayacağını ifade etti. Beni biraz kaygılandıran husus ise multipolar gözlük kullanamayacağım ve uzak ve yakın gözlüklerimin ayrı ayrı olacağı hususu idi. Bir de ameliyatın neticesini tam olarak görmek için altı ay sabretmem gerektiğini söyledi Hoca. Eh, ne yapalım, sabır…
Stratejik alanlarda görme kaybı başımıza işler açma potansiyeli taşıyor. S-400 meselesi bunlardan biri. NATO içinde bulunan bir ülke Türkiye… Orada bulunması savunma konularında bağımsız karar almasına engel değil elbette. NATO’ya savunma sistemleri konusunda Türkiye’nin taleplerini göz ardı ettiği için kızma hakkına da sahip. Yine de S-400 konusunun, NATO ve Amerika ile ilerde sorun çıkarma potansiyelini göz önüne alıp ona göre değerlendirilmesi gerekmez miydi? Burada da bir görme kaybı olduğu su götürmez… Kamuoyunda, NATO’nun geniş uydu ve yer istasyonları ile eş zamanlı bilgi paylaşımı olmadan S-400’lerin nasıl bir fonksiyon icra edeceğine dair kaygılar dolaşıyor. Üstelik F-35’lerin tedarikçilerinden biri olan Türkiye’nin bu projedeki akıbetini önceden tartışmadan S-400 işine girmenin bir riski yok muydu? Şimdi Dışişleri Bakanı, Genel Kurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı toplanıp S-400 ve F-35 işini konuşmaya kalkıyorlar… Geç değil mi? Ah şu görme kaybı…
Şimdi herkes Yüksek Seçim Kurulu’nun kararını bekliyor. Orada bir görme kaybı var mı acaba? Ben Avrupa Konseyi bünyesinde pek çok ülkedeki seçimlere gözlemci olarak katıldım. Avrupa Konseyi’nin Türkiye’de izlediği seçimlerin raporlarını da yakından takip ettim. Son üç-beş seneye kadar bu raporlar Türkiye’nin ne kadar düzgün seçimler yaptığına ilişkin övgü sözleriyle doluydu. Bir zamandır bu raporlarda eski övgüler yerine kaygılar baskın hale geldi. İstanbul seçimleri uluslararası hukuki standartlara uymayan gerekçelerle iptal edilirse Konseyin raporlarını okuyacak gücü bulamam kendimde.
Ben 15 Mayıs’taki muayeneyi bekliyorum. Bakalım görme kaybım %80’in ne kadar altına düştü? Bir yakın bir uzak gözlüğüm mü olacak, yoksa sadece yakın gözlüğüm mü? Meraktayım.
Her azamız önemli. Ama göz bir başka… Fuzûli ne güzel söylüyor: “Gözüm, canım efendim, sevdiğim, devletlü sultanım…”
Bakmak göz ile görmek gönül ile… İkisini de eksik etme bizden Allahım…