Her bayram benim için neşe ile hüznün bir karışımıdır adeta. Değişik duygular içinde yüzerim. Bayram namazı bir hüzün bulutu içinde geçer benim için. Namaz öncesi ve sonrası dinlediğim Hocalar çoğu kere benim hüznümü katlayacak bir eda içindedirler. Namaz kılmaya gelmiş insanlara “namaz kılın” tavsiyesinin ötesine geçeni pek azdır. Bu hocaların, namaz kılmak için camiye gelmeyenleri bulup söyleyecek bir sözleri olmaması acı değil mi? Bazı yanık hocalara da rast gelirim zaman zaman. Onların yanık bağırlarından çıkan sözler cemaati ne kadar süre ile etkisi altında tutar, bilmiyorum. Bağrı yanıkları severim ben. Onlar Fuzuli’nin diliyle konuşurlar: “Derd çok, hem-derd yok, düşman kavi, talih zebun.”
Bayram namazları toplumsal bir muhasebe fonksiyonu icra edermiş bir zamanlar. Şimdilerde toplumsal iyiliklere yol açacak anlayışlar yerine ferdlere yönelik namaz kılın, oruç tutun, zekat verin tavsiyelerinin ötesine geçen bir toplumsal örgütlenme öğüdüne rastlamak zor. Namaz kılın emrinin bir muhatabı da toplum olduğuna göre muhteva sadece namazı toplu kılıp dağılmaktan ibaret olamaz. Buradan günümüzün icaplarına göre hangi manaların çıkarılması gerektiğini bir enstitü hassasiyeti içinde çalışmak gerekiyor.
Bizim mahallenin orta ölçekli bir camisi var. Caminin imamına, ‘mahallenin fakir fukarası kimler, zekat ve sadaka vereceğiz, önce kendi semtimizden başlayalım’ diyenler olmuş. İmam Efendi, sadece cami imamına tahsisli dairenin bulunduğu apartmandaki görevliyi tarif edebilmiş. Ya mahalle çok zengin, ya da İmam Efendinin dünyasında böyle gayretlere yer yok.
Bütün bu noktalardaki eksiklikler beni cami çıkışına kadar hüzne boğarken büyüklerin ellerini öpüp dualarını almak, küçüklerin sevincine şahit olmak elbette insanı neşelendiriyor. Kendi kendime diyorum ki İslam âleminin durumu iyi değil. Tamam. Peki, gidişat… Gidişat iyiye doğru olsa neşelenmek mümkün. Ama değil. Oysa bizim neşelenmeye ne çok ihtiyacımız var. Ramazanın son günlerinde bile Kudüs’teki zulüm hız kesmiyor. İslam âlemi ise İsraile öfkenin dışında bir eylem ya da anlayış birliği geliştirebilmiş değil. Yüzyılın anlaşması diye önlerine konulacak Amerika-İsrail ortak metnini İslam âlemi nasıl karşılayacak bakalım?
Şimdi diyeceksiniz ki İslam âleminin perişan halini sayıp dökerken ve çaresizliğin derinliklerine gömülürken Türkiye üzerindeki ümitleri unutmayasın… Hayır, unutmuyorum. Unutmuyorum da Türkiye üzerindeki ümitlerin diri kalması için neler yapmak lazım geldiğini düşünmeden de edemiyorum. Her şeyden önce şu sıralar Türkiye’nin iyi yönetilmediğini söyleyenlere daha çok kulak kabarttığımı itiraf ediyorum. Hangi konuda olursa olsun sözü dinlenir, söylediğine kıymet verilir bir ülke olmanın yolu evrensel hukuk, demokrasi, iyi yönetişim ve insan hakları ilkelerine uymaktan geçiyor. Bu alanlarda her gün geriye giden Türkiye, insanı hüzne gark etmez mi? Bu söylediklerime inanmayanlar, bazı milletvekili yazışma gruplarında yazılıp söylenenleri duysalar küçük dillerini yutarlar.
Ben bu bayram hasta olan annemin yanındaydım Kayseri’de. 90 yıllık ömrü çilelerle dolu annem, bir taraftan bitkin haline üzülüyor, diğer taraftan “bu yaşta bundan iyisi olmaz oğlum, yine de şükür, abdestimi alıp namazımı kılıyorum, Kur’an okuyorum, bir hatmim var, şimdi duasını yapalım, hizmetimi görenlerden Allah razı olsun” diye dua etmekten geri kalmıyor.
Kayseri’de bayram sabahlarının olmazsa olmazı nohut yahnisi neşemize neşe katıyor. Hüznümüz kayboldu sanmayın, onu demlenmeye bıraktık bir müddet için. Hüznümüz nasıl kaybolsun, ülkemizde yönetim nezdinde de söz sahibi olan müslümanlık iddiasındaki kimilerinin yalanla, iftirayla, hoyratlıkla, rüşvetle, kibirle iç içe geçmiş halleri insanda neşe bırakıyor mu bakalım.
Dünya müslümanlarının hali ise bizden daha kötü. Çoğu yerde iç çekişmeler onların tüm potansiyelini yok ediyor. Otoriter rejimler tüm yeni düşüncelere ve hareketlere kapalı olduğu için gelişmeden bahsetmek zor. Hiç bir yerde huzurdan bahsetmeye zemin bulunmuyor. Üstelik hem yönetenler hem yönetilenler bu perişan halin sorumlusu olarak düşmanları gösterip sorumluluktan kurtulduklarını sanıyorlar. Hem iç düşmanlar hem dış düşmanlar varken başka sorumlu aramaya hacet var mı? Orta Doğu’daki param parça halin sorumlusu param parça haldeki İslam Dünyası değil ya… Tek sorumlu siyonistler ve onların destekçisi Amerika…
Kökten bir zihniyet değişikliği iddiasındaydı Ak Parti. Vatandaşa güven esas olacaktı. ‘İyiler ve iyilikler değil kötüler ve kötülükler istisna’ anlayışı hakim olacaktı. Devletin memurları değil vatandaşı esas alınacaktı. Peki, son seçimde ne oldu, İstanbul seçimleri niçin iptal edildi? Bazı sandık başkanları devlet memuru değil diye iptal edilmedi mi seçim? Başka yerlerde pek çok örneği varken İstanbul’da bu yüzden iptal istemek Ak Parti’ye yakışmadı. Memur olmayan vatandaşa güvenmemek tek parti döneminde kaldı diye biliyorduk biz.
Oysa Ak Parti kendini bu kadar anlamsız beka söylemine kaptırmasaydı, MHP diline bu kadar ram olmasaydı, kendisini şimdiye kadar canları pahasına desteklemiş muhafazakar Kürtleri rencide eden bir propaganda diline mahkum hissetmeseydi, ne seçimin iptalini istemeye mecbur kalacak ne de kendi kendisiyle çelişir duruma düşecekti. Size basit bir soru: Ak Parti’de ortak akıl devrede olsaydı Ankara adayı Özhaseki mi olurdu başkası mı? İstanbul’daki, hatta Türkiye’nin her yerindeki seçim stratejisinin esasını herkesi korkutmak üstüne oluşturulmuş beka söylemi mi oluştururdu, yoksa herkesi kucaklayıcı bir dil mi?
Şimdi gelin karar verelim. Neşemiz mi baskın olsun hüznümüz mü?
Biliyorum bayram geçti. Olsun şu şiiri bir sonraki Bayram temennisi olarak kabul edin lütfen. Rahmetli Abdürrahim Karakoç söylüyor:
Yaza dönsün kışınız, bayramlar bayram olsun
Dert görmesin başınız, bayramlar bayram olsun
Otlar dikenler dolsun Nemrutların çanına
Kolay gelsin işiniz, bayramlar bayram olsun
Ha, bir de Cahit Zarifoğlu’nun “İyi Bayramlar” adlı şiiri vardı. Nasıl bitiyordu o şiir, hatırlayalım:
“İyi bayramlar ey hüzün…”
Bugün iki şairin de vefat yıldönümü. İkisine de rahmet diliyorum.