Gözümüz kulağımız Suriye’den gelecek haberlerde… Ne oldu ne bitti, meraktayız. Askerlerimizin selameti için duaya durmuş herkesler… Hepimizin ortak ve mutabık olduğu noktalar var bu Suriye işinde. Farklı fikirler de duyuyoruz. Sınırımızda bir terör koridoruna izin verilemeyeceğini söyleyenler yanında, oradaki kamplarda yaşayan ve birilerinin teröre bulaşmış dediği ve sayıları elli ila yetmiş bin arasında olduğu belirtilen kimselerin ortaya çıkaracağı sorunları zikredenler de var. Amerika da bunların sorumluluğunu size terk ediyoruz yollu tehditler savuruyor ve gözümüz üstünüzde yollu beyanlarda bulunuyor. Karşılıklı atışmalar almış başını gidiyor. Hapishanelerdeki on bine yakın mahkûmun sorumluluğunu da bize yıktı Trump. Anlaşılıyor ki Suriye’den çıkmak girmek kadar kolay olmayacak. Türkiye’ye düşen, oralar bir bataklığa dönüşmeden gerekli tedbirleri almak. Bu da çok taraflı diplomasi, ortak selim akıl, şeffaf bir tartışma ortamı ve hamasetten arınmış bir anlayışla sağlanabilir.
Şu sıralar masamda çeşitli kitaplar var ama Suriye harekâtıyla birlikte “yoksa bunları bir yana bırakıp mesela Tolstoy’un yıllarca önce okuduğum ‘Savaş ve Barış’ adlı romanını yeniden mi okumalıyım” diye geçti aklımdan bir ara. Sonra “Feridun Fazıl Tülbentçi’nin kahramanlık romanları varken Tolstoy da nereden çıktı” dedim kendi kendime. “1453 İstanbul’un Fethi” veya “Yavuz Sultan Selim Ağlıyor” gibi romanları okumanın tam sırası değil miydi? Ya da biraz beriye gelip Tarık Buğra’dan “Küçük Ağa”, olmazsa Kemal Tahir’den bir roman? Kemal Tahir pek uymadı galiba… Tamam, siz başka bir yazar seçin isterseniz.
Benim şu sıralar masamda Kuantum Felsefesine ilişkin kitaplar var. Bu konunun derinliğine girmeyeceğim. Okuduğum kitaplardan biri “Kuantum Sınırında Yaşam” adını taşıyor. Bunun bir de alt başlığı var: “Yaklaşan Kuantum Biyolojisi Çağı”. Jim Al-Khalili ve Johnjoe McFadden adlı yazarların bu kitabı Domingo yayınlarından çıkmış.
Bazı kitaplar sizi derin düşüncelere ve bir takım fenomenleri anlamaya zorlar. Bunları çalışırken analojilere başvurursunuz. Duran bir aracı harekete geçirmek ve belli bir hıza kavuşturmak için onun ataletini yani eylemsizliğini yenmek zorundasınız. Bu da belli bir zamana ihtiyaç gösterir. Toplumsal olayların da bir ataleti vardır. Eğer bir toplumda hukuksuzluk salgın haline gelmişse veya ekonomik zorluklar sebebiyle hayat zorlaşmışsa toplumun ona tepki vermesi için belli bir zamana ihtiyaç vardır. Bu, toplumsal atalet diyebileceğimiz bir mefhumla ifade edilebilir. Doğrusu sosyolojide böyle kavramlar kullanılıyor mu, bilmiyorum.
İşte yukarda bahsettiğim kitap Newton’un ağaçtan düşen elma hikâyesinden yola çıkarak şunları soruyor, s.107:
Newton’un, üç buçuk asır önce annesinin Lincolnshire’daki çiftliğinde bir ağacın altında otururken üzerinde düşünüp taşındığı basit ama derin soru şuydu: Elmalar neden yere düşer? Newton’un fizikte, aslına bakılırsa bilim dünyasında devrim yaratan yanıtının herhangi bir biçimde yetersiz olduğunu ileri sürmek kabalık gibi görünebilir; fakat o meşhur sahnenin Newton’un dikkatini çekmeyen ve o günden bu yana üzerinde durulmamış bir tarafı var: Bir kere o elmanın o ağaçta işi neydi? Elmanın yere inişine şaşırtıcı diyorsanız, Lincolnshire havasıyla suyunun bir araya gelip bir ağacın dallarına asılı küresel bir şey oluşturmasına ne diyeceksiniz? Newton neden dünyanın elma üzerinde uyguladığı kütleçekimi gibi nispeten önemsiz bir meseleyi merak ederken, meyvenin oluşumundaki akıl almaz bilmeceyi bütünüyle görmezden gelmiştir?
Elma oluşumunun kuantum biyolojisi ile bir izahı var elbette. Burada o detaya da girmeye gerek yok. Yukarda analojiden bahsetmiştik. Ben bu satırları okurken aklıma Ak Parti’nin yerel seçimlerdeki kayıpları geldi. Özellikle büyük şehirlerdeki ve tabii İstanbul’daki kayıpları… Acaba dedim, Ak Parti ve Türkiye belediye başkanlıklarının kaybı yanında başka neleri kaybetti? Çünkü görünürdeki kayıplar belediye başkanlıkları. Bunlar, elmanın yere düşüşüne benziyor. Peki, başka? Ak Parti de Newton gibi sadece elmanın yere düşüşüyle ilgileniyor galiba, arkasındaki büyük sırrı araştırmak gibi bir kaygısı yok. Oysa son yerel seçimlerin görünür planda olmayan en önemli sonucu güven kaybıdır, umudun sönmesidir, 25 yıldır bu beldeleri yönetenlerin bir şeyleri eksik yaptığının işaretleridir.
Bunu son Kızılcahamam toplantısından dönen bazı arkadaşların intibalarına dayanarak söylüyorum. Bir yıl evvel Kızılcahamam intibalarımı yazarken kullandığım başlık şöyleydi: Ak Parti’nin çözmesi gereken bir sorun: Salon başka, kulis başka… Anlaşılıyor ki aynı hava devam ediyor. Sessizlik mi hâkim, suskunluk mu, bilemiyorum. Konuşanlara da pek itibar edilmiyor şu sıralarda Ak Parti çevrelerinde. Kızılcahama’a davet edilmeyenlerin bir kısmının böyle bir özelliği olsa gerek. Ama ben Kızılcahamam toplantılarına dair dinlediklerimden sonra İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar adlı kitabını bir daha okumaya karar verdim.
Mevlevî dervişlerinin ve şeyhlerinin öldükten sonra gömüldükleri mezarlığa “Hâmûşhâne” ya da “Hâmûşân” deniyor. Yani “Suskunlar Evi”. Galata Mevlevihanesi’ni ziyaret edip Hâmûşâna bir Fatiha gönderin isterseniz. Bir de son zamanlarda popüler olan Susamam adlı parçayı hatırlamadan edemedim. Ha, bu vesileyle hem Galata Mevlevihane’sinin hem Yenikapı Mevlevihanesi’nin iklimini özlediğimi de belirteyim. Hâmûşân belki sizi şu sözlerle karşılayacak: “Bizim sükûtumuzdan bir şey anlamayan, kelamımızdan da bir şey anlamaz…”
Madem kuantum felsefesinden bahsettim, bari önümdeki iki kitabın hiç değilse adlarını vereyim: BiriKuantum Felsefesi, Roland Omnés imzalı. Diğeri Kuantum Mekaniği, L. Susskind ve A.Friedman imzalı. İkisi de Alfa Yayınlarının bilim serisinden çıkmış.
Ak Partinin göremediği bir diğer sorun ahlaki çöküntü. Bugün söz kitaplardan açıldı. W. Shakespeare, Hamlet adlı eserinde Hamlet ile Soytarıyı konuşturuyor:
Hamlet: İnsan çürümeden kaç yıl kalır toprakta?
1. Soytarı: Eh, eğer ölmeden önce çürümemişse… ki buraya gelen frengili cesetlerden bazıları daha yatırmadan dökülüyor… Sekiz dokuz yıl dayanır. /…
Bu karşılıklı konuşmaya referansla A. Deniz Bozer, “Shakespeare’in Hamlet Oyununda Çürümüşlük ve Hastalık İzlekleri ve İmgeleri” adlı çalışmasında şöyle diyor: “Aslında soytarının bu sözleri I. Elizabeth zamanında toplumdaki ahlaki çürümüşlüğe anakronistik bir göndermedir.”
Ak Parti’nin ilgilenmesi gereken konu sadece elmanın düşüşü değil kısacası. Rüşvetin, adam kayırmanın, tabir kaba olacak ama birilerinin mal varlığına çökmenin, adamına göre hukuk yürütmenin, israfın kol gezdiği bir düzende Ömerler sesini nasıl duyuracak?
Kerime Nadir okudunuz mu hiç? Hayır, onu okuyun demiyorum. Ben Kürşat Başar’ın Aklımda Hep Sen adlı romanını okudum yakınlarda ve orada Kerime Nadirin yeni versiyonunu buldum. Şipşak aşklar, biraz sol anlayış kokan ama ne sebeple olduğu belirsiz gözaltılar, zorunlu terk edişler, evlilikler, boşanmalar, mutlu buluşmalar ve benzerleri. Niçin okudun diyenlere “başlamış bulundum” demekten başka cevabım yok. Türküyü hatırlarsınız: “Sevmiş bulundum güzelim, gayrı ne çare”. Benimki de o hesap.
Bekir Zakir Çoban, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi. Kilise tarihi çalışmış Bekir Zakir Hoca. Yeni çıkan bir kitabı var Destek Yayınlarından: “Türk Papa”.Papa John XXIII (Angelo Giuseppe Roncalli) 28 Ekim 1958-3 Haziran 1963 arasında papalık makamında bulunmuş. Türk dostu olarak tanınıyor ve o sebeple de Türk Papa olarak anılıyor. Hoca, kitabını bana da göndermek lütfunda bulunmuş. Bana da okumak düşüyor.
Bir küçük not: Uzun bir seyahate çıkıyorum Amerika’ya doğru. Maksat, ailemizin yeni üyesi vesilesiyle ziyaret… Yazabilir miyim, bilmiyorum. Gayret edeceğim…