Vakıflara dokunmak, zihinlere kilit vurmak, vurulan kilidi kırmak…

Vakıflara dokunmak, zihinlere kilit vurmak, vurulan kilidi kırmak…

Bir önceki yazıda, Kadir Has Üniversitesinin “Türkiye’nin Eğilimleri” adlı kamuoyu araştırmasından söz etmiş ve “Bu araştırmada daha detaylı ele alınmayı hak eden pek çok nokta var. Belki haftaya…” diye eklemiştim.

Önünüzdeki bu yazı için çalışırken, sosyal medya, Şehir Üniversitesinin kurucu vakfı olan Bilim ve Sanat Vakfı’na kayyum atanmasını eleştiren iletilerle adeta yıkılıyordu. Gözüm ister istemez Kadir Has Üniversitesinin araştırmasındaki kayyum başlığına takıldı.

Sorulardan biri “31 Mart Yerel Seçimlerinden sonra bazı il ve ilçe belediye başkanlıklarının görevden alınarak, yerlerine vekâleten kayyum atanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?” şeklindeydi. Araştırmaya katılanların ancak %23’ü kayyum atamalarını olumlu buluyor, katılanlardan Ak Partili olanların ise yine ancak %33’ü olumlu buluyor. Yerlerine kayyum atanan belediye başkanlarının seçime katılmasına izin veren de sonra görevden alan da aynı organ denilebileceğine göre nasıl izah edeceğiz şimdi dünyaya bu garabeti…

Sizin de aklınıza geldi mi ‘acaba Şehir Üniversitesine ve Bilim ve Sanat Vakfına kayyum atanması, araştırma kapsamında sorulmuş olsaydı, nasıl karşılanırdı’ diye?

Hiç şüphe yok ki Şehir Üniversitesine ve Bilim ve Sanat Vakfına el konulması makul bir sebebe dayanmıyor. Sadece Ahmet Davutoğlu’nun kuruculardan birisi olması da husumeti izaha yetmiyor. Anlaşılan bu güzide kurumlarla ilişkisi olanların, Vakfın faaliyetlerine katılanların, üniversitede ders veren ve ders alanların kayyum severlere hizmet etmediği, hatta etmeyeceği kanaati var bir yerlerde. Evrensel ilkelere ve bu toprakların değerlerine bağlılıktan başka derdi olmayanların karşı karşıya kaldığı muamele, sadece onlar için değil hepimizin geleceği için tehlikeler barındırıyor. Bu tavır doğru değil. Her vakıf senedinde yazılı değildir belki, ama bilinen bir şey var. Vakıf senedine riayet etmeyenlerin de akıbeti hoş değil.  

İşin acı bir yanı daha var, var da isterseniz şu soruya cevap arayarak devam edelim. “Ağaca balta vurmuşlar, sapı bendendir demiş” diye bir ifade kondursam şuraya ne dersiniz? “Sapı bendendir” hala geçerli mi?

Sosyal medyadaki haklı tepkileri ve içinde dernek, vakıf, platform bulunan tepki sahiplerini görünce akl-ı selimin önünde sonunda galip geleceğini düşünüyor insan. Keşke Birlik Vakfı da bu haksızlık karşısında ses verseydi diye geçti aklımdan.  Birlik Vakfı İzmir Şube Başkanı Nazmi Kalyoncu ile yazıştık önce, daha sonra da konuşma ihtiyacı duydum. Onun da bu durumdan çok rahatsız olduğunu gördüm. Genel Merkezin bu yanlış uygulamaya itiraz etmesini bekliyordu. Nazmi Bey yıllardır Bilim ve Sanat Vakfı benzeri bir kuruluşu İzmir’de hayata geçirmenin hayallerini kurardı. Şu sıralar bunu Birlik Vakfı bünyesinde yapmaya gayret ediyordu. Acaba şevki kırılmış mıdır?

Kalb-i selime ulaşmanın yolu haksızlık karşısında susmamaktan geçiyor. Akl-ı selimden, zevk-i selimden, kalb-i selimden mahrum olanlar ebediyen hükmedecek değiller ya…

Bilim ve Sanat Vakfına yapılan muamele ve toplumun her kesiminden yükselen reaksiyon, “ben yaptım, oldu” tavrının yanlışlığını ve “her şey sandık değildir, sivil toplumun sesine de kulak vermek gerekir” diyenlerin haklılığını bir kere daha göstermiş oluyor.

Saydığım bu üç hassadan mahrum olanlara bir örnek gördüm. Bilim ve Sanat Vakfına kayyum atanmasını savunurken şöyle diyor Cumhurbaşkanı Danışmanlarından biri: “Bu hukuki süreci keyfiyet olarak tanımlayanlar eğer kasıtla bunu yapmıyorlarsa en hafif ifadeyle bilgisizce davranıyorlar.” Adeta “bir cinayet işledik, şimdi cenazeyi defnedeceğiz, ne var bunda?” der gibi bir hal. Sosyal medyada bu mütalaayı yerden yere vuranlar çok. Bir şey daha: Birisi bu arkadaşın eline bir lügat tutuştursa da “keyfiyet” ile “keyfilik” arasındaki farkı anlatsa olmaz mı? Daha keyfiyet kelimesinin ne anlama geldiğini bilmeyen hukukçu kisvesine sahip birisi var karşımızda. Sadece bu “keyfiyet” bile onun mütalaalarının ne kadar temelsiz olduğunu izaha yeter. Böyle danışmanlarla çalışıyorsa Cumhurbaşkanının vay haline…

Bu aralar anket üstüne anketle karşılaşıyoruz. Hem Kadir Has Üniversitesinin yukarda bahsettiğim çalışmasında, hem de bir yakınımın naklettiği kadarıyla Metropoll araştırma şirketinin yayınladığı son araştırmada “yeni partilere ihtiyaç var mı” sorusu önemli yüzdelere ulaşıyor. Ancak bu soruyu asıl Gelecek Partisinden sonra Ali Babacan’ın partisinin de kurulmasını takiben sormak gerekiyor.

Sanırım yeni partilere ihtiyacın en önemli sebebi Türkiye’de demokrasinin içinde bulunduğu zaaftır. Zayıflayan bir demokraside hesap vermeye hazır yönetimler bulmak zordur. Ancak otoriter anlayışın baskın olduğu idarelerde Bilim ve Sanat Vakfına yapılanlara benzer zorbalıklar cereyan eder. Demokrasinin zayıfladığını söylemek acı ama bir gerçek. Üstelik zayıf demokrasi zayıf ekonomi de demek oluyor.

Ağustos 2018’de, bunu The Economist’in demokrasi indeksi tablosuna referansla da yazmıştım. Şöyle: “Özgürlükler ve demokrasi ile ekonomik durum at başı gider mi diyorduk? İşte size mukayeseli özgürlükler tablosu. Türkiye 100’üncü sırada.  The Economist’in demokrasi indeksinde çok daha fazla detay var.”

Bunları hatırlamamın sebebi The Economist’in güncel demokrasi indeksinden bahseden Mahfi Eğilmez’in yazısı… Şöyle diyor yazarımız İngiliz Dergisinin raporundan bahsederken:

“Rapora göre melez yönetim sistemine sahip olan Türkiye, 2019 yılında değerlendirmeye alınan 167 ülke arasında 4,09 puanla 110’uncu sırada yer alıyor ve otokratik rejime sahip ülkelere çok yaklaşmış bulunuyor. Avrupa’da yer alan 21 ülke arasında son sırada bulunan ve melez sisteme sahip tek ülke konumunda olan Türkiye, bir sıra üstünde yer alan Yunanistan’dan (7,43 puan) 3,34 puan düşük bir reytinge sahip görünüyor. 2006 yılında aynı yöntemlerle yapılan ölçümlere göre, o tarihte de melez sisteme sahip olan Türkiye, 165 ülke arasında 5,70 puanla 88’inci sırada bulunuyordu. Buna göre Türkiye son 14 yılda hızlı bir demokrasi kaybı yaşamış görünüyor.” 

Mahfi Eğilmez aynı yazıda Freedom House tarafından yayınlanan incelemeden de söz ediyor ve şunları yazıyor:

“Türkiye, 2019 yılında değerlendirmeye alınan 209 ülke (195 ülke ve 14 bölge) arasında 164’üncü sırada bulunuyor. Türkiye, 2019 yılında siyasal haklar açısından 5/7, sivil özgürlükler açısından 6/7 ve toplamda 5,5/7 puanla özgür olmayan ülkeler kategorisinde yer alıyor. 41 Avrupa ülkesi arasında özgür olmayan tek ülke konumundaki Türkiye, demokrasi alanında geriye giden 50 ülke arasında görünüyor.”

Mustafa Aydın’ın koordinatörlüğünde yürütülen Türkiye’nin Eğilimleri araştırmasında da “Türkiye’de demokrasi zayıflamaktadır” diyenlerin oranı %31 dolaylarında.

Aslında ben bu yazıya demokrasimizi nasıl daha güçlü kılabiliriz sorusu etrafında başlamak niyetindeydim ama yanlışları saymaktan doğruları dillendirmeyi geriye bırakmak zorunda kaldım. Yöntem olarak da anketlerdeki AB sorularını öne çıkarmak istiyordum. Yine de bakalım mı bu sonuçlara… AB üyeliği yolunda yol alabilmiş olsaydık muhtemelen bugün şikâyetçi olduğumuz demokrasi sorunları önümüze çıkmayacaktı.

Kadir Has Üniversitesinin araştırmasında AB üyeliğine destek %51 gibi hayli yüksek bir oranda çıkmış. Eser Karakaş’ın yazısından anlıyoruz ki Metropoll de araştırmasında benzer bir sonuca ulaşmış, %53.7. İnsanlar hala AB’nin demokrasi sorunları, dolayısıyla ekonomik sorunlar için çare olacağına dair kanaatlerini koruyorlar. Ancak mevcut yönetimin bu yolda adımlar atmasını beklemek neredeyse hayal gibi.

Anketlerin söylediği çok şey var daha. Ama bu yazı zaten yeterince uzun oldu.

Vakıflara dokunanların zihinlere kilit vurmaya kalkması da yakındır. Kilitleri kırmak hiç de zor olmayacak. Umudu korumak lazım. Önümüzdeki günler iyiliklere gebe.

Join the discussion