Erzurum’da bir yakınımızın taziyesindeydik, beş altı sene oldu. Baş sağlığı için gelen, sıra dışı bir profesör sohbet sırasında şöyle dedi: “Bu dünya bir garip, dirileri gömüyorlar, ölüleri yaşatıyorlar.” Daha sonra edindiğim bilgiye göre, ‘bedenleri diri ruhları ölü’ ya da ‘bedenleri ölü ruhları diri’ kimselere atıfla söylüyormuş bu sözleri.
Günümüzde yaşananlara bakınca hatırladım bu nükteyi. Her ne kadar yukardaki ifadede ‘yaşatıyorlar’ ve ‘gömüyorlar’ fiilleri başkalarına ya da topluma atıfla söyleniyor olsa da ben biraz farklı da bakılabileceğini düşünüyorum. Üstelik yukardaki ifadede kıymetler gömülüyor, hiçler yaşatılıyor anlamı var. Peki başka türlü bakabilir miyiz acaba? Kimileri bu gömme ve yaşatma fiilini bizzat kendileri yapıyor olabilir mi? Hem de olay sadece gerçek kişilerle sınırlı değil, kurumlar da dahil buna. Yalnız bir nüans var. Bazı kişiler yıllarca savundukları görüşleri ve davranışları meçhul bir gaye uğruna feda ediyorlar. Yani kendi kendilerini gömüyorlar. Bedenleri diri ruhları ölü olanlar bunlar. Kimileri de bütün çıkarlardan vazgeçme pahasına kendilerini yeniliyorlar. Yani yeniden doğuyorlar. Birilerinin nezdinde ölü olsalar da ruhları diri olanlar.
Elbette burada bir izafiyet söz konusu. Bana göre kendisini gömen başkasına göre yeniden doğuyor olabilir. Buna diyecek bir şey yok.
Burada üzerinde durulması gereken husus teker teker kişiler değil. Önemli olan mefhumlar ve kavramlar karşısında kişilerin ve kurumların tavrı. Vaktiyle demokrasi orkestrasında yer bulanların daha sonra ahengi beğenmeyip otoriterler orkestrasında mevki edinmesi görülmedik şey midir? Siz de düşünün, bakın ne çok sima gelecek gözünüzün önüne. Ben işte bunlar ölmeden ölenler diye geçiriyorum içimden. Bu tavır sapması sadece demokrasi etrafında olmuyor. Mesela Avrupa Birliği olmazsa olmazımız diyen ancak daha sonra en olmadık kararların arkasında duranlar için de kullanıyorum bedenleri diri ruhları ölü olan tanımlamasını.
Ölmeden ölenler tabirinin burada tasavvuftaki anlamından farklı bir kapsamda kullanıldığını not etmeliyim. Burada tabir daha çok insanın kendisini hiçliğe mahkûm etmesi anlamında ele alınıyor.
Kurumların kendini gömmesi daha acı verici ve tahrip gücü yüksek oluyor. Bugünkü anlayışı ile, ortaya çıkarken serdettiği anlayış arasında dağlar kadar fark olan nice kurum var etrafımızda. Bütün bir toplumu kucaklayıcı beyanların sonradan kutuplaşmada bulduğu iksiri anlamak bana zor geliyor… Küçük fonlar karşılığında temel değerlerinden vaz geçenler mi ararsınız, kendileriyle özdeşleşmiş kimseleri harcayanlar mı dersiniz, niceleri…
Ortak akıl diyerek yola çıkıp sonunda “yok, böyle olmuyor” diyenlere eşlik edenler ne de çokmuş. Bazı arkadaşlar onlara bakıp ne kadar yazık diye hayıflanıyorlar. Ortak akıl gidince pek çok alanda sıkıntılar had safhaya ulaşıyor. %80 enflasyon olan bir ülkede ne yatırım olur ne istihdam artar. Ahlaksızlık alır başını gider. Başlıca görevi enflasyonu kontrol etmek olan Merkez Bankası ölmeden ölen kurumlar içinde başta gelenlerden.
Yargının halini getirin gözünüzün önüne. Talimatla üst mahkemelere üye seçtiği söylenen mahkemelerden tutun da yönetimlerin arzusu istikametinde kararlar veren mahkemelere kadar ne çok örnek var ölmeden ölen kurum babında.
Yargının hali başka alanlarda da kötü tezahürlere yol açıyor. 2022 yılı yolsuzluk endeksinde Türkiye’nin gittikçe alt sıralara doğru kayması yönetimlerin zâfiyetinden doğmuyor mu? On yıldır puan kaybeden Türkiye 180 ülke arasında 101’inci sırada. Ha bire geriliyoruz. Yolsuzluk endeksi böyle de hukukun üstünlüğü endeksi iyi mi? 140 ülke arasında 116’ncı sıradayız. Yani orada da alt sıralarda kendine yer buluyor Türkiye. Hukukun bedeni var ortada, ancak ruhu görünmüyor.
Bir de gömülmeyi reddedenler yani ölmeden ölmeye itiraz edenler var saygıyla anılması gereken. “He” deseler müreffeh bir dünya hayatı onları beklerken kendilerini sürgünde ve zindanda daha mutlu hissedenler… Ölmeden ölmeye hayır diyenler… Ruhlarını diri tutanlar. Mehmet Akif Ersoy bunlardan biri. Mısır’da sürgün hayatını göze alıp “hayır” demenin faziletini tadanlar… Necip Fazıl Kısakürek… O günün rejimine eyvallah etseydi neler olurdu bir düşünün. Ama itiraz etti. Sakarya’yı aldı yanına, Allah yolunun divanesi olarak kalmayı yeğledi. Yok yere on iki yıl hapis yatan Kemal Tahir ve benzeri pek çok kimse de ölmeden ölmeye razı olmayanlardan.
Tek parti döneminin yanlışları daha sonra da devam etti zaman zaman. Menderes de bütün iyi niyetine rağmen ortak aklı ihmal ederek tek adamlığı sevdi. Ertuğrul Günay Bir “Hürriyet” Hikâyesi Çok-Partili Dönemde Özgürlükçü Bir Siyaset Girişimi (1955-1958) adlı kitabında o dönemi etraflıca anlatıyor. O’nu haksız yere ve zalimce idam edenler tek adamlığa meyli yüzünden değil başka hassasiyetleri sebebiyle kıydılar O’na.
Ülkemizde bir zamanlar demokrat görünenlerin demokrasiyi özümseyememiş oldukları gün gibi ortada. Bir tereddüdüm var yine de. Acaba sorun özümseyememek mi yoksa başka faktörlerin öne çıkması mı? Bu sıkıntı sadece demokrasi konusunda tezahür etmiyor. Bir zamanlar eline fırsat geçse neler yapabileceğine dair hayallerini bir kahraman edasıyla anlatanların, yeni bir konuma kavuşunca eski söylemlerini hatırlatmasınlar diye ve kim bilir başka hangi saikle ellerinden tutan kadim dostlarını terk edişlerinin de örneği çoktur. Böylelerini gördükçe ben Napolyon’un kendisini teslim almaya gelen askerlere söylediklerini hatırlarım. Şöyle demiş Napolyon: ‘Ey Fransız askeri, sen benim eserimsin! Askerlik ruhunu size ben verdim. Ayaklarınızdaki bottan, başınızdaki şapkaya kadar üniformanızı ben çizdim. Size büyük zaferler kazanmayı ben öğrettim. Fransa’nın şerefini iade etmek için benimle var mısınız?’ Necip Fazıl da Napolyon’un bu tavrını takdirle anlatır. Ne diyeyim bedenleri diri ruhları ölü… Ölmeden ölenler…
Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın Rashomon adlı, bir adalet arayışının çelişkilerini anlattığı filmin sonunda kahramanlardan biri, olan biteni yerli yerine oturtmakta güçlük çeker, aklımda kaldığı kadarıyla ahlaki olmaya gayret eden bu tip -oduncuydu galiba- “kendimi anlayamıyorum” der. Yukarda saydığım ölmeden ölenler acaba ‘kendimi anlayamıyorum’ türünden bir ifadeye götürmesi muhtemel bir iç muhasebeyi akıl etmişler midir?
Ölmeden ölenler denilince aklıma iki roman gelir. Elias Canetti’nin Körleşme’si ve José Saramago’nun Körlük’ü. Canetti, kendisini olan bitenin hakikatine kapatan bir tipi anlatırken, Saramago herkesin gerçekten kör olduğu bir ortamı anlatıyor, aslında toplumun aldırmazlığına vurgu yapıyor. Şu söz de ona ait: “Ölüm bizi bize haber vermeden seçer”, s.205.
Bedenleri diri ruhları ölü olanları belki en çok medyada aramalıyız. Bir vakitler hepsi demokrasi ve dürüstlük abidesi geçinenler bunca demokrasi dışı uygulamaları ve yolsuzlukları nasıl da kendilerince uydurdukları bahanelerle hoş görmeye başlıyorlar. Belli ki devlet bankaları kredileriyle şişenler kendi meşreplerine uygun tipler bulmakta zorlanmıyorlar. Üstelik yanlışlarına ya kendilerince bir fetva uyduruyorlar ya da uygun fetva verecek mihrakları buluyorlar. Niyazi-i Mısrî söylesin sözün hasını: “Bu fena gülzârına bülbül olanlar anlamaz/ Vech-i baki hüsnüne hayran olan anlar bizi”
Baştaki ince sözde bir de ‘dirileri gömmek’ diye bir ifade vardı. Bir toplumda uzmanlık ve liyakat ne kadar göz ardı ediliyorsa o nispette ‘dirileri gömmek’ söz konusudur. Örneği çok da belki şu haber en çarpıcı olanlardan biri: Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanı bir araştırma görevlisi sınavını hakkaniyete uygun yaptığı için baskı ve dayatmalara maruz kalıyor. Sınavı kazanması gereken biri var bazılarının aklında. Dekan direnince kadro iptal ediliyor. Olan biteni içine sindiremeyen dekan Prof. Dr. Ali Kuzudişli ölmeden ölmeye razı olmuyor ve istifa ediyor.
İnsanoğlu bu. Psikolojisi değişiyor zaman zaman. Kimi vakitler kendini boşlukta hissediyor. Faydalı bir iş yapmamanın ölmeden ölmekle eşdeğer olduğunu hissettiği anlar beliriyor. Galiba “yarın ölecekmiş gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi” hikmetli sözü bu sebeple söylenmiş.
Ölmeden ölenlere Yunus’un bir çift sözü var: “Bu can gövdeye konuktur/ Bir gün ola çıka gide/ Kafesten kuş uçmuş gibi”.